“Yazmak, sonsuz yazmak istiyorum. 

Çılgınlık, donmuşluk, çaresizlik,

Yaşamasızlık ve her şey adına yazmak!

İki satır, iki satırdır.”

Edip Cansever

Yüzüme soğuk su çarpılmış gibi yerimden kalktım bu satırları okuyunca. Zaman durdu, dünya durdu. Her kelimesine romanlar yazmalı yazarlar bu dizelerin, şairler şiirlerinde işlemeli nakış nakış, şarkılara dökülmeli kelimelerin derinliği, besteciler müziğin ruhuyla sarmalı bu dizeleri… Ve ressamlara ilham olmalı kelimelerin rengi… Yer yerinden oynamalı; içimdeki hoyrat rüzgârlar, fırtınalar patlatmalı artık. 

“Çılgınlık, donmuşluk, çaresizlik, yaşamasızlık ve her şey…” İşte içimdeki gerçek tüm çıplaklığıyla önümde duruyor. Bir satıra bunca yıl nasıl sığar? İnsan, aynaya ihtiyacı olmadan nasıl aynaya bakar, bir şiirle? 

Şiirin ardından gerçek bir soğuk suyla yüzümü yıkadıktan sonra defterimin başına geçtim. Mürekkep yerine çılgınlığım, donmuşluğum, çaresizliğim, yaşamasızlığım, heyecanım, sevincim, üzüntüm, yalnızlığım, hayretim, pişmanlığım, korkum, ümidim akmalı artık kalemimin ucundan. Yazmalıyım, bir yerden başlamalıyım tekrar.

Kardelen’im, anlıyor musun beni? Artık okumayacağından neredeyse emin olduğum hâlde önce sana yazmalıyım yine. Gittiğin ilk zamanlarda yazdığım iki mektubun hâlâ bende; kitaplığımda en sevdiğim kitabın, en sevdiğim sayfaları arasında. Hatırlasana, hani sana defalarca okuduğum… Biliyorum, şimdi gelsen elinle koymuş gibi bulursun. Diğerleri de bana mezuniyetimde aldığın ahşap sandığın içinde. Şayet bu mektubu da gönderecek bir adres bulamazsam onların yanına koyacağım. Sandık kitaplığımda, anahtarı en sevdiğim elbisemin cebinde. Hani mezuniyetim için birlikte aldığımız, rengini bana çok yakıştırdığın ve ben onu hiç giyemeden gittiğin elbisemin cebinde. Mezuniyetimin olduğu gün, senin beni öylece bırakıp gittiğinin haberi gelince nasıl donduysam bir elimde ahşap sandık, bir elimde anahtar, karşımda asılı duran ve bana hep seni hatırlatacak olan o güzelim elbise ile uzun uzun bakıştıktan sonra feryat figan edip zamanı tersine akıtmaya çalıştım. Olmadı. Dünyayı durdurmaya çalıştım. Olmadı. Kıyamet kopsun istedim. Kopmadı. Ve sen gittikten sonra Kardelen’im, dünyanın durmasını gerektirecek ne çok hadise yaşandı, bir bilsen. Kıyametler kopmalıydı ama dünya şaşılacak şekilde dönmeye devam ediyordu. 

İlk mektuplarımda bu hadiselerden bahsedemedim sana, yapamadım. Ama yukarıdaki dizeler yok mu, içimdeki fayları harekete geçirdi. Depremler oluyor ruhumda. Sana, senli zamanları da sen gittikten sonra olanları da her şeyi, her şeyi yazacağım. Ama sen okuyabilecek misin, bilmiyorum. Bu defter de seninle dolu, tıpkı kitabımın arası gibi, tıpkı ahşap sandığımın içi gibi… Her yer seninle dolu. Her yerdesin, ama yanımda değilsin. Bu nasıl bir çelişki? Senli geçmiş zamanları, -di’li geçmiş zamanda anlatmak yordu artık beni. Neden bizim de şimdiki zamanımız, gelecek zamanımız, geniş zamanımız olmasındı? Ama olmadı. Her şeye rağmen -miş’li geçmiş zamanda kalmadığına, senli zamanlara geçmişte de olsa şahit olduğuma şükrediyorum. Tek tesellim bu. Ya seni tanımasaydım! Varlığından hiç haberim olmasaydı… O yıl en zor zamanlarımda seninle karşılaşmasaydım… Donuyor buralarda kalemim. Bu cümleleri tamamlayabilecek yüklemler yok bende. 

Seni tanıdığım günden itibaren senin gücünle güçlendim, senin renginle renklendim, seninle neşelendim. Hayatıma gelen baharı seninle karşıladım ben. Seninle gelen her şeyin başımın üzerinde yeri vardı, bilirsin. Yanında getirdiğin huzuru, mutluluğu, sevgiyi hatta yeri geldiği zaman öfkeyi, kırgınlığı bile nasıl ağırladım, hatırlarsın. Nasıl ağırlamam ki? Hepsi bizi, bize daha çok yaklaştırdı ve daha çok bağladı. Tüm duyguları kucaklayan anlayışın, öfkelerimize karşı bize siper oldu. Sonra ne olduysa oldu, ayrılık acın kapımı zamansızca ve alacaklı gibi çaldı. Fakat senden geleni nasıl geri çevirebilirim? Buyur ettim içeriye, kalbimin taa içine. Anlayışlılığın bu kez siper olamadı bu acıya. Buyur ettim ama ayrılık acın hiç gitmeyecekmiş gibi, sanki ben misafirmişim gibi davranıyor. Birazdan sana gönderemeyeceğim kaçıncı mektubu kaleme alacağımı ve uzun bir aradan sonra yine iki satır iki satırdır, diye başlayıp kaç sayfa yazacağımı bilmiyorum. Önce ikimize birer fincan acı Türk kahvesi yapayım. Sen acı kahve sevmezsin bilirim. Kahveyi mektubumu yazarken ayrılık acınla karşılıklı içeceğiz. Yoksa dayanılmıyor. Unutmadan Kardelen’im:

“Yazmak, sonsuz yazmak istiyorum. 

Çılgınlık, donmuşluk, çaresizlik,

Yaşamasızlık ve her şey adına yazmak!”

İki satır, iki satırdır… 

Bir de Kardelen’im, seni özledim!