Sabahleyin annemle beraber kreşimin yolunu tutmuştuk. “Ne kadar geç gidersem o kadar iyi olur.” kafasıyla oyalanmaya çalışsam da hemencecik gelivermiştik. Doğruca kreşin karşısında duran ekmekçiye yöneldik. Sıcacık ekmekleri tandırdan yeni almış olmalılar ki kokusu metrelerce uzaktan buram buram geliyordu. Kocaman, yumuşacık, sıcacık ama en çok bayıldığım kısmıysa yusyuvarlak olmasıydı. Ekmeğimi kapıp mutlu bir şekilde kreşe girmeye ikna olmuştum.Tam karşıya geçerken  haykırdım:

“Öğretmeniiiiiiimm!”

“Dur, yavaş koş, düşersin!” diyen annemin sesi artık çok geride kalmıştı. Öğretmenimi görür görmez heyecanlanmış, minik elimdeki o kocaman ekmeğin varlığını unutmuştum. Son sürat koşarak “Öğretmeniimm, öğretmeniiimmm….” deyip sımsıkı kucaklamıştım öğretmenimi. Elimdeki ekmek koşma ve kucaklama merasimi esnasında çok feci şekilde havaya fırlamış, havada bir kaç takla atıp kumların üstüne düşmüş ve kendi rengini kaybedip bambaşka bir renge bürünmüştü. 

Ani heyecanım yüzünden sıcacık ekmeğimin geldiği duruma; “Eyvah! Ekmeğim gitti! Bu kadar gösteriye gerek var mıydı?” diye hayıflanırken, bir yandan da kurduğum sahnedeki rolümü bozmadan oyunculuğa devam ettim. Sevmiyordum öğretmenimi. Sınıfımdaki çocuklar her sabah koşarak kucakladıkları için ben de onları taklit ediyor, benim de yapmam gerek, diye düşünüyordum.

Başladığım sıkıcı oyundan dolayı iyice gerilip sıradaki şeyi beklerken, öğretmenim beni yere indirip ekmeğimi kaldırdı. Yapışmış toz toprağı gelişigüzel temizledikten sonra elime tutuşturdu. Ben de: “Olsun, öyle de yenir.” dedim. O sahte davranışımdan dolayı  içimden kendime çok kızmış olmalıyım ki yirmi bir sene sonra, tam bu yazıyı ele alırken, bu anı hâlâ tazeliğini korumuş durumda. 

Bunca sene sonra, kreş çocuğu ve kreş öğretmeni olduğum kısacık ama bir o kadar da dolambaçlı hayatımda her şey çok değişti. “Keşke değişmeseydi!” ile “İyi ki değişti!” arasında ışık hızıyla karar değiştirmede ustalaşan zihnim, dilemma dünyasının dilemma insanına yakışır şekilde; bir yandan eski hayat tarzına aşırı özlem duyarken bir yandan da çağın gereği teknolojiye ayak uydurma yolunda kendini kaptırmış gidiyor. 

Dedim ya, dilemma dünyasının dilemma insanıyım diye. Eski hayat tarzımıza aşırı özlemle geçenlerde manava uğradım. İstediğim meyveleri satıcı ablaya söylemek, nakit para vermek ve çat pat konuşmaya çalıştığım lehçe dilinde bir iki muhabbet etmek o kadar iyi geldi ki ruhuma. Eski samimi günleri hatırlattı bana. Fakat bazen de, “Oh be, evde oturduğum koltuktan bir tuşa basıp, alışverişimi yapıyorum, mis!” dediğim çok oluyor. Yine de eski hayatımızın sıcaklığının özlemi daha ağır basıyor. 

Sonra tekrar çocukluğumdan sahneler geliveriyor bir bir aklıma. Mesela sabahları meyve pazarına gitmek çocukken en sevdiğim aktivitelerdendi. Gün aydınlanır aydınlanmaz, annem beni uyandırır, elime büyük torba tutuşturur; “Koş, baban hazır!” derdi. Her ne kadar uyuma isteğim ağır bassa da çabucak hazırlanır, babama eşlik ederdim. Bir elimde meyve torbamız, öbür elimle ise babamın eli, meyve pazarına doğru giderdik. Yolda hangi meyveler alacağımıza dair hayaller kurardık. Benim en sevdiğim yer meyve pazarının giriş kısmıydı. Kocaman bir pazar… Hava yeni yeni aydınlanıyor ve yerlere su serpilmiş… Sanki kıymetli misafirlerine buyur eder gibi sessizce. Meyveler ustaca dizilmiş. Sabahın serinliği, toprak kokusu, meyvelerin kokusu ve insanların meyve satın alma sahnesi… Tüm bu ahenk o kadar çok hoşuma giderdi ki daldığımın farkına varmazdım.

Sadece meyve pazarı mı? Yazları köyümüzdeki evimize gider ve tüm yazı orada geçirirdik. Geçen yaz, tüm aile fertleri olmasa da çoğumuz o köy evinde bir araya gelmeyi başarmıştık. Sabah kalktığımda bahçeyi ablam süpürmüş, annem kahvaltımızı hazırlamıştı. Dış kapıdan babam elinde beş altı tane sıcak ekmekle girmiş; “Kızlarımla sıcak ekmekli kahvaltımız olmasın mı?” deyip gülümseyerek bize doğru gelmişti. Hâlâ çocukluğumdaki gibi adımları kocamandı ve üstelik ekmekler de sıcacıktı. O sahne bitmesin istedim. Tüm sıcaklığını korusun.

Şu anki koşuşturmacalı hayatımın arasında, bazen akşamları tramvayla eve doğru giderken, o eski sıcak anlarımızı düşünürken buluyorum kendimi. Düşünmek bile gülümsetiyor üstelik. Sonra tekrar koşuşturmaların içinde kaybolup gidiyorum. Gelgitler, sorumluluklar ve yapılması gerekenlerle dolu hayatımda, o sevecen anlardan hemen hemen hiç eser kalmamış olduğunun farkına varıyorum. 

Sadece benim değil, hepimizin hayatının bu anlattıklarım gibi gelgitlerle dolu olduğunun farkındayım. Fakat gerçekten düşünmeden edemiyorum. Daha gelecek nesil değil, tam da şimdiki nesil, bakkaldan ekmek alma hazzından, güzelim ekmek kokusundan, sabahın köründe meyve pazarından yeni toplanmış meyvelerin kokularından ve renklerinin birbirine karışmasındaki enfes senfoniden mahrum kalacaklar. Ve korkarım, yarın dönüp çocukluklarını hatırlamaya çalıştıklarında online alışverişler ve kuryenin kapıyı çalıp yemek getirmesi dışında başka şeyler akıllarına gelmeyecek. Dahası, taa o kreş senelerinde, sınıf arkadaşlarımın öğretmenimize sevgi gösterme yarışındaki modasına uyup, sahte sevgi gösterisi yaptığım minik ben gibi, çağın değişiminin zirve yaptığı ve son hızla değişmeye devam ettiği şu devirde, gençler modayı en büyük haz hatta kültürleri zannetmeye devam edecekler. Online alışveriş bu zanların en masumu kalacak. Belki de şu an norm sandığımız yeni hayat tarzı, bizim sırf “gerektiğini” düşündüğümüz zanlardan ibaret ve biz “usulüne göre” yaşamak uğruna rol yapmakla meşgulüz. Hem de en doğal hayamızdan vazgeçerek.

Şimdi küçükken her sabah kreş yolunda, önce ekmekçiye uğrayıp tandırdan yeni çıkmış, sıcacık bir ekmek alıp ısıra ısıra yoluna devam etmek rutini olan ben, “Bari ekmeğimize dokunmasınlar!” desem, çok mu şey istemiş olurum?