Bir varmış bir küsmüş. Bir, ikiyi çok üzmüş. Evvel zaman içinde, zaman uzay üstünde, uzay toz bulutuyken, bulut evrene gebeyken, evren hacimsiz macimsiz bir noktayken, bir zamanlar barış diye bir enerji varmış. Barış, henüz boşlukta yer kaplamayan uzayın karnındaki gaz bulutunda yaşıyormuş. Noktacıklara sıkıştırılmış sevgi, saygı, kin ve nefret gibi binlerce element onun etrafında dönüyormuş. Fakat barışın en sevdiği element sevgiymiş. Sevgi; umut, hoşgörü ve çeşit çeşit güzellik elementleriyle besliyormuş barışı. Ona hayaller kurduruyor, onu hep canlı tutuyormuş. Bu element, barışı öyle besliyormuş ki barış, bulunduğu yerin dışına çıkmayı hayal etmeye bile başlamış. Bu hayallerle gaz bulutunun karnında mutlu mutlu yaşayıp gidiyormuş barış. Fakat hayaller onu çok büyütmüş. Dokuz ay son gün sonra o kadar büyümüş ki barış, artık gaz bulutunun içine sığmaz olmuş. Burada çok sıkışıyor, yayıla yayıla yatamıyormuş. Sonunda buranın darlığına dayanamayan barış, “Yeter! Artık yayılmak istiyorum.” diyerek içinde sıkıştığı gaz bulutunu patlatmış. Gaz bulutu bir anda kocaman bir evrene dönüşmüş. Tüm elementler dağılmış etrafa. Galaksiler bu sırada oluşmuş. 

Barış uzay boşluğunda hop bu galaksiye atlamış, hop şu galaksiye sıçramış. Uzayın altını ve üstünü gezmiş, dolaşmış, nebuladan geçip Samanyolu’na varmış. Sonunda meteorlardan kaçarken güneşin içine konaklanmış. Tam 6 gün, 6 saat, 6 dakika sonra dünya oluşmuş. Dünya diğer gezegenlerle beraber barışın etrafında aşkla dönmeye başlamış. Her biri barışı gezegenine almak için kendi içinde hazırlık yapmış. Gezegenler arasında barış o kadar çok konuşulmuş ki daha onu görmeden dünya, barışa âşık olmuş. Onu çok merak ediyor, hep onu düşünüyor dahası yıldızlar arasında onsuz yaşayamayacağını haykırıyormuş. Dünyanın o bomboş içine bir aşk ateşi düşmüş bir kere! Bu aşk ateşi öyle kor bir ateşmiş ki dünyanın merkezine gelmiş oturmuş. Bu ateş içini yakmış, bazen de volkan olup patlamış. Bu volkanlarla dünyanın dibinden dağlar şahlanmış. Ağırbaşlı dağlar, hem yeryüzünü doldurmuşlar hem de aşkından dengesini kaybeden dünyaya denge sağlamışlar. Fakat barışa âşık dünya hâlâ içinde büyük bir boşluk hissediyormuş. İçindeki boşluklardan koca koca ağaçlar bitmiş. Aşk yarasını sarmak için sarmaşıklar oluşmuş. Dünya, barışa sunsun diye çiçekler çıkmış meydana. Hayvanlar, börtü böcekler hep bir ağızdan barışı çağırmaya başlamışlar. Derken barış, kendisi için bu kadar acı çeken dünyaya, güneş ışınlarına atlayarak gelmiş. Güneşin ışığıyla binbir çeşit renkler oluşmuş. Gökkuşağı coşmuş. Kuşlar mutluluktan havalara uçmuş. Her yerde şenlik olmuş, dünyanın içi bayram yerine dönmüş. Sevinçten dünya kendi etrafında dönmeye başlamış. Böylece günler, dahası zaman oluşmuş.  

Onların aşklarına şahit olan zaman az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ama hiç geri gitmemiş. Dünyanın bağrında adına insan denilen bir yaratık türemiş. Nedense elma ağaçlarını birden korku sarmış. Kasvetli bir hava kaplamış her yeri. Çünkü insan, hem yasakları çiğnermiş hem de çok unutkanmış. Elmalar, kendi aralarında onları yiyen bu yaratıkların cennetten kovulduğuna dair dedikodular yapmaya başlamışlar. Dedikodular karabulutları oluşturmuş. Karabulutlardan göz gözü görmez olmuş. Daha sonra bu dedikodular çok şiddetli rüzgârlarla yayılıvermiş. Fırtınalar böyle oluşmuş. Güneşe engel olan kasvetli hava hiç gitmez olmuş. Fakat güneş, yine rüzgârın yardımıyla bu havayı dağıtmayı başarmış. Başarmış başarmasına ama karabulutların arasında barış kaybolmuş. Kuşlar toprağı didiklemiş, toprak karıncaları dürtüklemiş; karıncalar ağaç kovuklarına, ağaçlar arkalarına bakmış. Barışı dünyadan kaçırmasınlar diye atmosfer oluşmuş ve çıkışı tutmuş. Kuyruklu yıldızlar atmosferin dışında muhafızlık yapmış. Geceleri ay, gündüzleri güneş dünyaya fener tutmuş. Yıldızlar uzaktan dedektif gibi çalışmış. Ama dünyada kaybolan barış bir türlü bulunamamış. Barışı arayan dünya aşkından hâlden hâle giriyormuş. Dağlar, taşlar ne yapacaklarını şaşırmışlar. Dünya başlarına yıkılmak üzereymiş. Dert böyle oluşmuş. 

Elma ağaçlarının çıkardığı dedikodular nihayet dünyanın da kulağına gelmiş ve sonunda dünya, içinden gelen seslerle, barışı insanların çalıp sakladığına hükmetmiş. Yeryüzüne kan dökmeye geldiği iddia edilen bu yaratıkların, barışı ona vermeyeceğini düşündüğü için barışsız kahrolan dünya, kendini imha etmeye karar vermiş. Çünkü onsuz yaşayamayacağını çok iyi biliyormuş. Dünyayı görünce oradan ayrılmak istemeyen insanlar ise barışı kendilerinin çalmadığına dair binbir türlü yeminler etmişler. İçinde kalmak için dünyaya yalvarmaya başlamışlar. Dünya, insanlara inanmamış ama onlara tek bir şartla kendini imha etmeyeceğini söylemiş. Barışı insanların çaldığından ve kendisinden sakladıklarından emin olan dünya, “Bana çaldığınız barışı geri verin.” demiş. İnsanlar çaresiz bu şartı kabul etmiş. Böylece söz oluşmuş.

Dünyaya ilk gelenlerden Kabil; barışı, kardeşi Habil’in içinde görmüş. Bir şekilde onu, onun içinden çıkarıp dünyaya hediye etmek istemiş. Çok geçmeden Kabil, barışı Habil’in göğsünden çıkarmaya çalışırken kardeşine fenalık yapmış. Bu, ölümün doğuşuymuş. Beyaz bir güvercin gelip Habil’in göğsüne konmuş. Oradan akan kanları kana kana içmiş. Beyaz güvercin, içtiği kanları, toprağın üstüne barış yazarak kusmuş. Sonra yazdığı toprağı kazmış. Bu ilk kanla mürekkep bulunmuş ve yazı böyle oluşmuş. 

Kabil, barış güvercini dediği bu kuşa bakarak Habil’i toprağa gömmüş. Habil ölmüş, güvercin uçmuş, barışı arayan Kabil kaybolmuş. Toprağın bağrına ateş düşmüş. Bu, toprağın ilk evlat acısıymış. Dünyanın kalbi kırılmış. Kalp kırılınca hüzün oluşmuş. Gökyüzü, peş peşe şimşeklerin ardından güm güm yıldırımlar düşürerek ağıtlar yakmış. Böylece yağmurlar oluşmuş. Yer ve gök Habil için öyle ağlamış, öyle ağlamış ki dünyanın dörtte üçü suyla dolmuş. İnsanların bir kısmı Habil ile kalmış. Habil’in göğsündeki barışı, Kabil’in çaldığını düşünen diğer kısım ise etrafa dağılıp Kabil’i aramaya başlamışlar. Bulundukları yerlerden o kadar uzaklaşmışlar ki aynı topraklara geri dönememişler. Haritalar ve ülkeler böyle oluşmuş. 

Zaman yine araya girmiş, yıllar geçmiş. İnsanlar barışı ararken savaş gelmiş, kapıyı çalmış. “Onu hırsızlar çaldı!” diyerek barışın kendisiyle aranması gerektiği fikriyle insanları kandırmış. Aslında dünya, savaşa kapıyı açmak istememiş. Ama dünyadan ayrılmak istemeyen insan, barışı bulma hırsıyla açmış kapıyı savaşa. Çünkü ilk zamanlar savaşın onlara yardım edeceğini sanmışlar. Fakat savaş çok kötüymüş. O günden sonra Habil’i bırakıp Kabil’in peşine düşenler, savaşla aramaya başlamışlar barışı. Yine uzun yıllar geçmiş, soğuk rüzgârlar esmiş; kin ayazı çıkmış, kutuplar buz kesmiş, nefret kasırgaları her şeyi yakıp yerle bir etmiş. Zamanla neyi aradığını unutan insanoğlu yeryüzünü oyup demirden silahlar ve ağaçları kesip tahtadan tabutlar yapmışlar. Önce dağları sonra atomu parçalamışlar. Dünyanın bağrı bunlarla delik deşik olmuş. Savaş olmadığı zamanlarda bile düşmanca davranışlar sergileyip birbirleriyle tartışarak kırıcı sözler söylemişler. Kavga böyle çıkmış ortaya.

Hırsızların çaldığı düşünülen barışın savaşla aranmasıyla insanların ümitleri, gençlerin hayalleri, çocukların gelecekleri de çalınmaya başlanmış. Barış çalınınca küslük çıkmış meydana. Sevgi bile küsüp ortadan kaybolmuş, hoşgörü çarçabuk bir yerlere saklanmış. Hoşgörüyü aramak için kibir, sevgiyi bulmak için de nefret icat edilmiş. Dostlar arasında çeşit çeşit alınganlıklar ve kırılganlıklar türemiş. Kıskançlık virüsünün önüne ise bir türlü geçilememiş. Bu virüs tüm dünyada hızla yayılmış. Aşısı da bulunamamış. Kendini karantinaya alan insanoğlu, zamanla birbirleriyle konuşmamaya başlamış ve barışı tek başına aramaya koyulmuş. İyice yalnızlaşan insan neyi aradığını tekrar hatırlamış. Arkasına, önüne, sağına, soluna iyice bakmış ama barış hiçbir yerde yokmuş. Nihayet insan kendi içine bakmayı akıl etmiş ve bakar bakmaz barışı orada bulmuş. Meğer dünya haklıymış! Barışı gerçekten insanlar çalmış ve içine saklamış. Sonra onu içinde nasıl unuttuğunu düşünmeye başlamış. Felsefe böyle çıkmış ortaya.

Dünyaya ne cevap vereceğini düşünen insanlar, aralarında ikiye ayrılmış. Bunu gurur hâline getiren bir kesim, kendilerinin çaldıklarını itiraf etmemek için barışı ortaya çıkarmamış. Hatta dışarı çıkmasın diye içlerine hapsettikleri barışa işkence yapmışlar. Hâlbuki barış dünyaya topu topu üç gün için gelmiş. Barışın aslında içlerinde olduğunu fark eden diğer kısım ise dünyaya verdikleri sözü tutup onu ortaya çıkarmaktan hiç gocunmamışlar. Barışı her yere yaymaya çalışmışlar. Diğerlerinin içindeki barışı ortaya çıkarmak için sürekli mücadele etmişler. İyi ve kötü böyle oluşmuş. 

Dünya, iyilerin hatırı için kendini imha etmekten vazgeçmiş. Fakat iyiler gittiği gün kendini imha etmeye yemin etmiş.

Gökten hiç elma düşmemiş. 

Bilinmez kimler erer muradına, biz düşelim içimizdeki barışın ardına!