Dilimiz, zıt kavramları ve aralarındaki oranı algılamamızı kolaylaştıran zengin anlatım ve deyimlerle örülü. Bire bin katmak, devede kulak, habbeyi kubbe yapmak bunlardan sadece birkaçı. Biz laf arasında birden binlere atlarken, devenin kulağını ölçüp biçerken yahut habbeyi kubbe gibi betimlerken aslında biraz da abartma yapmış oluruz. Peki, ne zaman, neyi ve neden abartırız? 

Öncelikle hayatımızın pek çok anında böylesi tezat terimlerin arasında gelgitler yaşar dururuz. Mahcup olduğumuz durumlarda utancımızdan yerin dibine geçerken, bir şeye çok sevindiğimizde sevincimizden havalara uçabiliriz. Bazen havada uçmak da meramımızı anlatmaya yetmez; dünyayı çoğullaştırıp “Dünyalar benim oldu.” diyerek ona sahip çıkmak isteriz. 

Çok üşüyünce buz tutup donar, sıcağa dayanamayınca da yanarız. Sadece sıcaktan mı? Hastalanırız, boğazımız yanar; ateşten alnımız yanar. Biberden dilimiz yanar. Üzüntüden yüreğimiz yanar. Gün gelir, elimizden yitirdiklerimize yanarız. Gün gelir, çok sevmenin uğruna yanarız. Böylece abartılarımızı mecazlarla taçlandırırız. 

İnsanız sonuçta. Saatimiz saatimize, dakikamız dakikamıza uymaz. Öfkeden küplere bindiğimiz de olur, dört ayak üstüne düştüğümüz de… Bazen çok kederleniriz de bir of çeker, karşıki dağları yıkarız. Azıcık aşım kaygısız başım deriz, pire için yorgan yakmaktan da geri durmayız. Zaman olur, birilerini memnun etmek için çalışıp çabalarız ama ağzımızla kuş tutsak yine de yaranamayız. Zaman olur, deveye hendek atlatırız da birine laf anlatamayız. Çoğunlukla kılı kırk yarmak isteriz lakin birinin kafasını ütülemekten de geri durmayız.  

Uzun lafın kısası, bir virüs gibi hayatımızın her yerine sokulmayı başarmış abartı. Öyle yapışmış ki paçamıza, farkında olmadan onunla oturup onunla kalkar olmuşuz. Gelgelelim yalnız hayatımızın içinde karşılaşmayız onunla. 

Hayatımız ve kültürümüz kadar edebiyatımızda ve sanat anlayışımızda da abartmayı sevmişiz, severiz. Hatta ona baş köşeye kurulacak kadar değer vermişiz, veririz. Mesela; masallarda az gitmişiz, uz gitmişiz ama bir de dönüp ardımıza baktığımızda ne görelim? Arpa boyu kadar yol almamışız. Hatta develerin tellal, pirelerin berber olduğu zamanlara uğramışız da dedemizin beşiğini tıngır mıngır sallamışız. O âlemin büyülü dünyasında dillere destan periler ve prenseslerle tanışmışız. Sonra onlara zarar veren yedi başlı canavarlar peyda olmuş karşımızda. Hemen ardından da nice tehlikeleri aşan, o canavarların canını öldürüp güzelleri kurtaran korkusuz yiğitlerimizin boy gösterdiğine şahit olmuşuz. 

Tekerlemelerimizde başı bereli burma bıyıklı bastı bacak bayan berberiyle bizim Bedri Bey’i birlikte bir pirinci birinci buluşta birbirine dizip Bursa pazarına indirmişiz. Destanlarımız da cesur abidesi olan kahraman rekorları kırmış. Hikâyelerimiz melek gibi insanları ağırlamış. Dede Korkut’un abartılı anlatılarını asırlardır dilimizden düşürmemişiz. 

Hele şiire gelince âdeta yer yerinden oynamış. Özellikle zaman zaman şairlerimizin hayal dünyaları alt üst olmuş, sınırları zorlanmış. Dahası abartı, şiirde kıdem atlayıp mübalağa olarak anılır olmuş. Şairlerimiz, “Bir şeye ulaşmak, son noktasına varmak” diye anlam kazanan bu sözcüğün ardına düşerek bir şeyi ya olamayacağı bir biçimde anlatmışlar ya da olduğundan çok ya da az göstermişler. Eskilerin deyimiyle, şairlik hüneri de buymuş aslında. Kullandıkları ifadelerle değersiz ve önemsiz manayı değerli ve önemli, büyük manayı da küçük olarak sunmak. Yani habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak. 

Söz gelişi; ay gibi, güneş gibi güzellerimiz dolaşmış mısralarda. Bu güzellerin her birisi, akla hayale gelmeyen varlıklarla boy ölçüşmüşler. Boyları selvileri aşmış, bir gülünce yanaklarında güller açmış. 

Sonra mübalağa başka sanatlarla el ele vermiş, el birliğiyle harika söz dizeleri söylenmiş. Mecaz, “Bensiz olmaz.” Demiş ve neredeyse her mübalağada varlığını hissettirmiş. Sonra teşbihler, kinayeler ve diğerleri çıkmış ortaya. Biz de şiirde bu sanatlarla karşılaşınca hayretler içinde kalıp şairine hayran olmuşuz. Okudukça ve fark ettikçe hayranlığımızı beslemiş durmuşuz.

Fuzulî’nin ayrılık acısıyla yaptığı şu niyaz, aklımızın ve hayalimizin sınırlarını zorlamış ama onun sevgiliye kavuşması için böyle bir yol bulmasını da takdir etmişiz:

“Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim 

Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni”

Nedim’in yârinin, ipek elbisesine işlenmiş olan gül deseninin dikeninin gölgesinden incindiğini duyduğumuzda “Bu kadarına da pes doğrusu!” demekten kendimizi alamamışız:  

“Güllü dîbâ giydin amma korkarım âzâr eder

Nâzenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni.”

Necip Fazıl’ın; 

“Ne hasta bekler sabahı

Ne taze ölüyü mezar

Ne de şeytan bir günahı

Seni beklediğim kadar” dizeleriyle karşılaşınca “Beklemek bu kadar mı abartılır?” demişiz  demesine ama sevdiklerinin yolunu gözleyenlerin neler çektiğini de az çok anlamaya çalışmışız. 

Yahya Kemal’in şu mısralarını her okuduğumuzda akıncıların atlarının, hızlarını alamayıp yerden yedi kat göğe nasıl yükseldiklerini hayal edip durmuşuz:   

“Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat Arş’a kanatlandık o hızla ”

Mübalağa yalnız övgü durumlarında yapılmamış tabii ki. Öyle ki türedikçe türemiş; methiye, fahriye ve hicivlere doğru dal budak sarmış. Yalnız birini överken değil, yererken de kendini hissettirmiş. Hatta buna bağlı olarak hicviyelerde adım başı ortaya çıkıp endamını sergilemiş. Böylece zamanının söz üstatları yetişmiş. 

Şiir, evreden evreye atlayınca, doğal olarak mübalağa da çağ atlamış. Bilindik bir arka plandan sıyrılıp imgelerin büyülü dünyasına kapılmış. Yeri gelmiş, metafizik âlemlere kapı aralamış; yeri gelmiş, eski kavramların üstünde yeni kostümleriyle göz kırpmış. Anlayana aşk olsun!

Örneğin, Edip Cansever’in şu dizelerinde mübalağanın bu çağ atlamış çehresine tanık olmuşuz, oluruz:   

“Alıştık bakıvermeye, az şey mi balkonda deniz

Son gözlerimizi harcadık, en çok da güneşin tuttuğu

Sırası gelmişken söyliyelim de

Biz onunla güneşi, suyu aşka çeviriyoruz…”

Eskilere şöyle bir bakınca, klasiklere göz atınca ve masalların, destanların semtine uğrayınca kendi kendimize sormadan edemiyoruz: “Yoksa biraz abartmış mıyız?” Geçmişten günümüze tekrar gelelim. Yaşam tarzımızdan sanatımıza, modern edebiyatımızdan kültürümüze doğru kısa bir tur atınca da muhtemelen şunu diyebiliyoruz: “Biraz abartıyor muyuz?”

Ne dersiniz? Yoksa habbe ile kubbenin oranı küçülüyor, bir ile binin mesafesi daralıyor mu? Yeni dünyanın minimal hayat tarzı edebiyatımıza, kültürümüze ve sanatımıza da mı yansıyor?