Hasat sonrası buğdayın kendine has bir kokusu vardır. Yaz mevsimi geldi mi buğday tarlalarından gelen o koku, beni çocukluğuma götürür. Yıllar geçmiş olsa da yüzümde bir tebessüm, yüreğimde çoğalan özlemle bu sabah yine o kokunun peşinden gittim. Ah o buğday kokusu!  

Yaz boyu dedemlerin buğday, arpa tarlalarına giderdik. Her sabah gri bir eşek üstüne yüklenmiş heybelerle yola çıkardık. Annem ve teyzelerimin elinde orakla su bidonları, dedemin elindeyse uzun, sivri ucuyla kosası olurdu. O zamanlar traktör çok kimsede yoktu. Tarla yolunda yürürken traktöre rast geldiğimizde nasıl da sevinirdik. Benim de içimde tarifsiz bir sevinç olurdu. Yüzümde utangaç bir gülümsemeyle binerdim traktörün römorkuna. Tarlaya yakın bir yerde inerdik. Sabahın erken saatlerinde vardığımız tarlada büyükler için ilk iş, gün boyu biz çocukların oynayacağı bir yer ayarlamak olurdu. Rahmetli dedem, eşeğin üzerinden yükleri alıp semerini çıkardıktan sonra bir gölgelik altına, eşeğin yularını bağlamak için kazık çakardı. Kuzenlerimle yere bırakılan semerin üzerine binmek için birbirimizle tartışırdık. Her seferinde dedemin bize kızacağını bile bile…

Tarlaya gitmek, biz çocuklar için eğlence olsa da büyükler için öyle değildi. Annem geceleri, “Ah belim, ah belim!” diyerek uyuyakalırdı. Güneşin kavurucu sıcağında hepimizin yüzü kıpkırmızı olurdu. Tarlada çalışanların ise alınlarından yanaklarına doğru terler boşalırdı. Öğleye kadar herkese bir hedef koyardı dedem. “Ha gayret!” diye diye çalışırlardı. Biz çocuklarsa tarlanın bir kenarında toprak ve taşlarla oyunlar kurardık.

Öğleye doğru yengem yemek hazırlığına başlar, gölgelik bir yere ocak yakardı. Çalı çırpı toplamak biz çocukların işiydi. Kızışan kömür üstüne isten kapkara olmuş çaydanlıkları koyar, közün içine kabuklarıyla birlikte patates atardı. Sacayağı dediğimiz bir aletin üstünde kocaman tencerede tereyağlı, patatesli tarhana kaynatır, yanına da çoban salatası yapardı. Çay demlenir, dilimlenmiş köy ekmekleri kızartılır; turşu, zeytin, peynir v.s. heybede ne varsa çıkartılıp ortaya konulurdu. Bağdaş kurarak oturduğumuz sofranın sonunda karpuz ve kavun yerdik.

Rahmetli dedem, her sabah köyün bakkalından bizler için çerez, çikolata, sakız alırdı. Yemek sonrası bir ziyafet daha. Çok severdik dedemi. Sevgisinin altındaki ciddiyetindense hepimiz korkardık. Yemek sonrası biraz dinlenilir, sonra tekrar çalışmaya başlanırdı. Sofrayı yine yengem toplardı. Yazın sıcağında çok su içilirdi. Eğer sabah bidonlarla getirilen sular bittiyse hemen yakınlardaki çeşmeye su doldurmak için biri giderdi.                

Bütün gün tarlada kendi kendimize oyunlar kurardık. Ayaklarımızdan dizlerimize kadar tarladaki pıtraklar canımızı yaksa da hissetmezdik. Çünkü çok severdik tarlada oynamayı.

İkindi vakti çay molası verilirdi. Bir ağaç gölgesinde komşu tarlaların ekini, o senenin bereketli olup olmadığı, eğer o gün tarla biterse ertesi gün hangi tarlaya gidileceği konuşulurdu. Dedemin, kosa sallayarak topraktan ayırdığı ekinleri, annemler oraklarla toplardı. Bağcıklarla deste yapılan ekinleri üst üste yığın yapmak biz çocukların işiydi. Son olarak tarla baştan sona tırmıklanırdı. Çocuk hâlimizle tırmıklama işine hepimiz talip olur, seçilmeyince de bir kenara çömelip ağlardık. Şimdilerde o günleri düşününce çok değerli zamanlarmış, diyorum.

Tarlayı bitirip eve dönerken dedemin sevinçli hâlini görmenizi çok isterdim. Arkasına bakarak “Hey maşallah!” der, her seferinde başındaki kasketini çıkartıp çıkartıp tekrar takardı. Omzuna dayadığı kosası, kosasının malzemelerini taşıdığı küçük heybesiyle dedem önde, biz arkada yola koyulurduk.            

Uzaktan duyulan traktör sesi hepimize sabahki sevinci yaşatır, yüzlerimizi güldürürdü. Biz traktörle, dedemse eşeğiyle köye dönerdi.

Şimdilerde artık dedem yok. Tarlalar yok. Tarlaya giden yok. Yollarda yükümüzü taşıyan eşeğimiz yok. Tarlada yediğimiz közlenmiş patatesin, mis gibi tereyağlı tarhananın tadı da yok ama beni hâlâ geçmişe götüren uzun, sarı başak tarlaları var.

Geçmiş zaman dediğimiz, adı konulmamış hikâyeler sokağıydı. Tabanımızda kurumuş toprağın sıcaklığı, saçlarımızda buğday kokusu, ardımızda unutulmaya yüz tutmuş zamanlar…

Geldi geçti hatıralar.