Soğuk bir ocak ayında, başkent Ulan Batur’dan Moğolistan’ın batı köşesinde yer alan Bayan Ölgiy şehrine gidiyorum. Hava eski kışlarda olduğu kadar soğuk değil. Rutin işlerimin yanı sıra oradaki eski arkadaşlarımla biraz vakit geçirmeyi planlıyorum. Bu nedenle bir hafta burada kalacağım. Arkadaşlarımın Kazakistan’dan misafirleri gelmiş ve Cumartesi günü için balık avı planlamışlar. Bana da teklif ettiler, hemen kabul ettim.

Sıcaklık -20 derece civarı. Çok soğuk değil ama uzun süre dışarıda kalacağımız için sıkı giyinmemiz gerekiyor. Üstümde beni -50 dereceye kadar koruyan montum, başımda yak yününden berem ve ellerimde içi yünlü deri eldivenlerim var. Lakin gezinmeyip genelde aynı yerde duracağımız için en çok üşüyecek olan yerlerimiz ayaklarımız. Zaten içi tüylü kışlık botlarım var fakat arkadaşlar, buz üzerinde bu botların pek bir kıymeti olmayacağını söylüyorlar. Bu yüzden el yapımı, daha kavi çizmeler alıyoruz. Hemen hemen dizlere kadar uzunluğu olan, içi kürk, tamamı deriden mamul epey kaba bir çizme… Tabanında yaklaşık 5 cm kalınlığında lastik, onun üzerinde kalınca iki kat keçe var. Bu sayede uzun süre buz üzerinde dursan da tabanların kolay kolay üşümüyormuş.

Çizmelerimizi de aldıktan sonra üç arabayla Tolbo Gölü’ne doğru yola çıkıyoruz. Göl, Ölgiy’e 50 km uzaklıkta ve oldukça büyük. Yolun tamamı asfalt. Yeni yapıldığı için düzgün. Aylardan ocak olmasına rağmen etrafta hiç kar yok. Ölgiy’in, Altay Dağlarında 1700 m rakımlı bir şehir olduğu düşünüldüğünde, karın olmaması gerçekten garip bir durum. Biraz ilerleyince dağlarda az da olsa kar gözükmeye başlıyor. Göle çok çabuk varıyoruz. Gölün üstü tamamen buz… Ara ara kardan dolayı beyazlıklar olsa da genel anlamda cam gibi parlak bir yüzeye sahip. Balık avlamak için dağlara daha yakın olan karşı kıyıya geçmemiz gerekiyor. Ben gölün etrafını mı dolaşacağız diye düşünürken önümüzdeki iki araç gölün üzerinde ilerlemeye başlıyor. Biz de onların arkasına takılıyoruz. Kışın, donmuş göllerin üzerinde arabaların yürüdüğünü duymuştum. Bir kaç kez buz tutmuş küçük çaylardan da geçmiştim. Lakin ilk defa kocaman bir gölün üzerinde arabayla gezinti yapıyordum. Arabamız Toyota’nın en büyük jipi idi ve içinde 3’ü çocuk 7 kişiydik. Yani bir hayli ağırdık. Bu yüzden ben endişelerimi dile getiriyordum. Bu kış eski kışlara göre biraz sıcaktı ve gölün üzerinde bir sürü çatlak vardı. Her ne kadar arkadaşlar; ‘Bir şey olmaz buz yeteri kadar kalın.’ deseler de insanı bir ürperti sarıyor. Neyse ki sağ salim karşı kıyıya varıyoruz. Kıyı derken karaya çıkmıyoruz tabii ki. Gölün üzerine öylece park ediyoruz.

Daha önce Ukrayna’da buzda balık avlayanları görmüştüm. Büyükçe bir çiviyle buzu delip, o delikten oltayı sarkıtarak avlıyorlardı. Fakat burada buz çok daha kalın gözüküyordu. Ben buzu nasıl deleceklerini merakla bekliyordum. Arabadan büyükçe bir burgu çıkardılar. 50 cm’lik kısmı burgu şeklinde, kalan kısmıysa çubuk demir olmak üzere 170 cm boylarında bir alet. Tamamen manuel, kol gücüyle çalışıyor. Buza temas eden kısmında çelikten mamul, değiştirilebilen keskin bıçaklar var. Buzu hızlı bir şekilde deliyorlar ve böylece buz kalınlığını öğrenmiş oluyoruz: 130 cm civarı… 20 cm çapındaki bu delikten oltayı sarkıtıyorlar. Bir süre sonra tekrar buz tutacağı için oltayı aşağı yukarı doğru sürekli hareket ettirmek gerekiyor. Aynı şekilde bir kaç delik daha delip balık avına başlıyorlar.

Bazı arkadaşlar hem çocukları hem de kendileri için buz pateni getirmişler. Bu uçsuz bucaksız pistte özgürce buz pateni yapıyorlar. Bizim dışımızda da balık avlayanlar var. Biz o avcılar arasında geziniyoruz. Av ve balık muhabbetleri dönüyor. Soğuk iyiden iyiye kendini hissettiriyor. O çok mukavemetli çizmelere rağmen ayaklarım üşümeye başlıyor. Yüzüm, burnum ve eldivenin içindeki ellerim çoktan üşümüştü zaten. Henüz balık tutmayı başarabilen yok. Ama arkadaşlar bunu da düşünüp balıkla gelmişler. Sadece balık almakla kalmamışlar; mangal, ızgara, portatif masa ve çay için semaver de getirmişler. İlk iş olarak semaveri yakıyoruz. Tam da çay içilecek ortam. Buzların üzerinde buğu buğu dumanı tüten, semaverde pişmiş çay… Düşünmesi bile insanı ısıtmaya yetiyor. O arada bir arkadaşımız balık yakalıyor. Hemen herkes toplanıyor; fotoğraflar, selfieler… Nihayet balığı oltadan kurtarıp diğer bir delikten tekrar suya bırakıyorlar. Ben bir anlam veremiyorum. Sebebi küçük olmasıymış. Oysaki balık, Türkiye’deki porsiyon balıklarla aynı büyüklükte. Bu küçük ise buradaki insanlar için büyük balık nasıl bir şey diye merak ediyorum. Daha sonra yakınlara ağlarıyla balık avlayanlar geliyor. Yaklaşık 30 m mesafede iki delik delip buzun altından ağ çekiyorlar. Buz altından ağ çekmeye yarayan basit bir tahta mekanizma var. Akşamdan çektikleri ağı toplamaya gelmişler. Yakalanmış balıkları görmek için hepimiz oraya gidiyoruz. Ağı çektikçe küçüklü büyüklü balıklar çıkıyor. Küçükleri hemen ağdan kurtarıp tekrar suya bırakıyorlar. 3-4 kiloluk balıklar çıkıyor. Bir ara 7-8 kiloluk bir balık çıkarıyorlar. Ben işte o zaman anlıyorum bizim yakaladığımız 200 gramlık balığın ne kadar küçük olduğunu. En büyük balıkla hemen herkes fotoğraf çektiriyor. Balıklar, bu kadar kalın buzun altında, kış boyu neyle besleniyorlar ve nasıl bu kadar büyüyebiliyorlar acaba? 

Bu arada semaverimizin suyu kaynamış. Çayımızı demliyoruz. Ben heyecanla bir bardak alıp hemen doldurmaya çalışıyorum. Suyun teması ile birlikte bardak ikiye bölünüyor. Böylece bardakları biraz ısıtmamız gerektiğini hatırlıyorum. Buzun üzerinde çay içmenin zevki gerçekten bambaşka bir şey. Hem elimiz hem içimiz ısınıyor.

Gölün kıyıya yakın yerinde buz üzerinde inek sürüleri geziniyor. Bir aralık bir de at sürüsü geliyor. Moğolistan’ın her yerinde yaz-kış özgürce dolaşan yılkılardan bir grup… Fotoğraflarını çekmek için o tarafa yöneliyorum. Bir de gölün üzerinde niye gezindiklerini merak ediyorum. Ben varana kadar karaya çıkıyorlar. Gölde büyükçe bir delik var. Oradan su içiyorlar. Hemen kıyıda bir motosiklet duruyor. Muhtemelen bu motosikletin sahibi sürülerin su ihtiyacı için gölü delmiş. Atlar kıyıda otluyorlar. Yazdan kalma sararmış otlar var. Atlar yaza göre daha güzel gözüküyorlar. Kuyrukları kalınlaşmış, yeleleri sarkmış, tüyleri bir hayli uzun ve kabarık. Bacaklarındaki tüyler yer yer tırnaklarının üzerini örtüyor. Hatta bazıları attan ziyade kürklü hayvanları andırıyor. Fazla ürkek değiller. Bu güzel hayvanların birkaç pozunu aldıktan sonra arkadaşların yanına dönmek üzere tekrar göle yöneliyorum. Arkadaşların hayli uzak olmasından dolayı yoğun bir sessizlik var. Bu sükûnet ortamında gölün üzerinde yürürken birden bir çatırtı duyuyorum. Sesin nereden geldiğini tespit etmek için kulak kesildiğimde daha başka çatırtılar ve gıcırtılar duyuyorum. Gölün ortasına doğru yürüdükçe sesler iyice artıyor ve durup dinliyorum. Bu gıcırtılar bir kapı gıcırtısı gibi değil. Bazen rüzgârın etkisiyle yaşlı ağaçlardan ya da ahşap bir evin çatısından bazen de dalgaların etkisiyle vapurdan gelen gıcırtılar vardır ya, işte buna benzer bir şey. Yani çok büyük bir kütlenin sürtünmesiyle çıkan ve insanı ürperten bir ses. Gölde sürekli çatlamalar ve buzda gözle görülemeyecek düzeyde bir hareketlilik olduğunu anlıyorum. O an göl bana sanki canlıymış gibi geliyor. Bu arada yürümenin de etkisiyle ayaklarımın ısındığını fark ediyorum. Ama ellerim ve yüzüm hâlen üşüyor.

Arkadaşlar mangalı yakıp balıkları pişirmeye başlamışlar. Eldivenlerimi çıkartıp mangalda ısınmaya çalışıyorum ama ellerim sanki daha fazla üşüyor. Eldivenlerimi tekrar giyip eldivenle ısınmayı deniyorum. Biraz olsun ısınıyorum. Pişen balıklardan yiyoruz. Çok lezzetli olmuş. Tabi yanında çay… Bu esnada arkadaşlardan birisi bir tencere huşurla Ölgiy’den geliyor. Huşur çibörek gibi bir şey, buralarda çok yaygın. Huşurlarımızı yediğimizde güneş çoktan dağların arkasına gitmişti. Rüzgâr hafiften artıyor, bulunduğumuz yer iyiden iyiye soğuyordu. Bu da dönüş vaktinin geldiğini gösteriyordu. Bu nedenle hızlı bir şekilde toparlanıp ayrılıyoruz. Hiç balık tutamasak da orada yediğimiz balıklar ve semaver çayı eşliğinde edilen tatlı muhabbetlerle çok güzel bir balık avı oluyor. Benim içinse donmuş göl üzerinde yaşadığım müthiş bir tecrübe ve çektiğim güzel fotoğraflarla sıra dışı bir gün… Herkes memnun. Hava kararırken Ölgiy’e giriş yapıyoruz.