Şu bir gerçektir ki zihnimiz, tam bir tasnifçidir. Sesleri, kokuları, tatları ve görüntüleri; şiirden ve nesirden edebî eserleri, biz farkında olmasak da hep sıralar durur. Bunu ne zaman mı fark ederiz peki? Bir konuda düşünmeye, konuşmaya veya yazmaya başlayınca tabii. Ve her insan, kendi damak tadı, bakış açısı ve kriterleri ekseninde tasniften geri kalmaz. Dahası daima en güzeli arar, bulur. Bulamadığında ise arayışına devam eder. İnsan, arayışın çocuğudur.

Şu var ki bu güne kadar zihnimde sıralanmış üst düzey edebî eserler içinde ve roman kategorisinde, henüz okumadığım için yer almayan “İnce Memed”, artık ilk sıraya yerleşti diyebilirim. Aytmatov, Woolf, Balzac, London, Tolstoy, Orwell… gibi romanlarını okumaktan büyük keyif aldığım ustaların yanına, Yaşar Kemal’i de ekledim gururla. Gönlünce kurulup otursun artık.

Evet, her ustanın yeri ayrı ve her biri kendi başına özeldir ama Yaşar Kemal çok daha özeldir. Peki, niçin? En başta da bahsettiğim gibi o, bir dilin, birçok renk ve desenden oluşan büyük bir milletin, ismi Akdeniz olan iklimin ve o iklimin dağının, ovasının, köyünün, obasının, gününün, gecesinin, gülünün, dikeninin, kuşunun, kelebeğinin, ağacının, kamışının, taşının toprağının ve börtü böceğinin romanını yazmıştır. Bununla birlikte milletin çekirdeği olan köylülerin -Yörük veya meskûn fark etmez- Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Arap’ıyla, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Rum’uyla… bütün bir Anadolu halkının sözünü, sohbetini; acısını, hüznünü, kederini hatta inancını, töresini, efsanesini hasılı bütün bir kültürünü damıtıp eserine nakşederek masalsı ve çağıl çağıl bir destan olarak insanlığa armağan etmiştir de onun için.

Malumdur ki bir edebî eser, ilk önce üslubuyla önemlidir. Eğer üslup; zengin bir içerikle, gerçeklerle, mecazlarla, mesaj ve göndermelerle, hayatın binbir türlü cilvesiyle, tabiatın muazzam ve göz kamaştırıcı renk, desen ve ahengiyle; toprağın, denizin, ırmağın, ormanın ve dağların yankısıyla; yeryüzünden gökyüzüne  kadar bütün bir varlığın o muazzam coşkusuyla doluysa ve bir de şiirin çağıltılı diliyle buluşmuşsa işte o zaman başyapıttır. İtiraf etmeliyim ki ünlü ressamları bile kıskandıracak derecede söz resimleriyle dolu olan bu eser de bir başyapıttır. Evet, çok geç okudum ama pişman değilim. Dünya edebiyatını tatmış ve geniş ölçüde ruh akrabalarını bulmuş bir okur olarak, belki tam da vaktinde okudum diyebilirim. Öyle sanıyorum ki gençliğimin ilk zamanlarında okusaydım, hakkını teslim etme noktasında belki bu derece emin olamazdım.

Evet, halk dilininin ve kültürünün nice kristal kıvrımıyla dopdolu olan bu eser, Çukurova insanı, tabiatı ve yaşantısı ile birlikte, içinde doğup büyüdüğüm Yörük Türkmen kültürünün de bir övüncüdür. Bugün, kendi çocuklarım da dâhil, yeni nesiller için büyük bir kayıp olan o ışıltılı kültürü, müzelere sıkıştırılan hazineler kıymetindeki o kültürü, bütünüyle olmasa da bu romandaki dokuya en yakın hâliyle yaşadım ben. Bunun içindir ki kullanılan o dili; adıyla, tadıyla ve bütün bir edasıyla anlayabiliyorum. Yer verilen olay ve kahramanlara gelince, onlar her ne kadar Çukurova, Toroslar, Binboğalar ve Anavarza bölgesinde vücut bulmuş olsa da sevinerek söyleyebilirim ki bugün bütün bir ülke boyunca hâlâ var. Bundandır ki bu roman tam bir Anadolu’dur. 

Gerek İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bozkırında ve gerekse Ege ve Akdeniz’de yaşamış ve Marmara’dan Karadeniz’e kadar bütün ülkeyi dolaşmış bir insan olarak, bu eserin zenginliği ve görkemiyle göğsümün kabardığını belirtmeliyim. Çünkü o halk ve kültür, hata ile sevap yine var ve öylece yaşıyor. Aynı zamanda içim ezilerek ifade edebilirim ki yalnızca halk değil, o halkın içinden çıkan iktidar ve o iktidarın nimetlerinden istifade yarışına giren çıkar çevresi de insan karakterine yerleşmiş habis bir ur ya da hastalık olarak toplumdaki yerlerini koruyorlar ne yazık ki. 

Bugün Abdi Ağa, Ali Safa Bey, Murtaza Ağa, Arif Saim Bey gibi konjonktürel siyasi imkânlardan sonuna kadar faydalanan ‘karakterler’ ve onlara yanaşarak imkânlar koparmaya çalışan el pençe aç gözlüler, gücü yetmediği için suskunluğa bürünenler; bunun yanında Süleyman Emmi, Hürü Ana, Osman Kahya, Topal Ali gibi sahih insanlar; Durmuş Ali Emmi, Döne Kadın ve Hatçe Gelin gibi masum, mazlumlar ve nihayet İnce Memed gibi halk kahramanları, gerek küçük gerekse büyük ölçekte, bütün canlılığıyla yine yaşıyorlar. Ve dünya durdukça da var olacaklar. Elbette isimler değişir, direniş yöntemleri değişerek daha makul ve daha insani ölçülere kavuşur ama iyiyle kötünün mücadelesi hiç bitmez ve bitmeyecektir.

Halka gelince, o da yine şiddetle, baskıyla, ölümle ve açlıkla sindirilmiş, medya vasıtasıyla, dinî ve millî değerlerin suistimaliyle ve çeşit çeşit yollarla kandırılmış, karakterinde ciddi bozulmalar meydana gelmiş ve getirilmiş olan aynı halktır. Sadece Değirmenoluk köyü özelinde bakıldığında bile, insan denilen varlığın, gerek iktidar ve gücün gerekse zayıf ve ezilenin karşısında aldığı konum, takındığı tavır, yaşadığı ikilem ve karmaşa, tarih boyunca bütün coğrafyalarda birbirine benzer bir şekilde hep var olagelmiştir. Çünkü insan, her yerde ve her dönemde, ortalama aynı insandır. Ve onun edip eyledikleri, tarih ve edebiyatın konusu olarak bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkıp durmaktadır. İşte bu eser dil, düşünce ve üslup ustalığıyla, çiçeklerden böceklere, kıyafetlerden eşyalara, huğlardan konaklara kadar verdiği detaylarla, sergilediği kavram çeşitliliği ve gözlem zenginliğiyle, bir de içinden çıktığı kültüre en ince noktalarına kadar vâkıf oluşuyla dilimizin ve kültürümüzün övüncüdür.

Bilenler pek iyi bilir ki şiirin çevirisi, aslının yerini asla tutmaz. Fakat görülüyor ki tıpkı Salah Birsel nesri gibi, Yaşar Kemal eserlerinin çevirisi de aslının yerini asla tutmaz. Çünkü Anadolu Türkçesinin hâlâ yaşayan ama İstanbul Türkçesinde de yer almayan kelimeleri, deyimleri, terimleri ve bunların halk ağzından dökülüş biçimleri, bir başka dile, ancak anlam benzerliği yönüyle tercüme edilebilir. Öyle olduğunda bile halkın duygu, düşünce ve tavrını son derece veciz, son derece kıvrak ve canlı bir şekilde yansıtan dildeki o güzelim “eda” ortadan kaybolur. İşte dile sızdırılan söz konusu bu yerellik, eserin evrenselliğini azaltmadığı gibi artırır. Çünkü evrensellik, yereli bütün zenginliğiyle vermek ve insanı yakalamakla ilgilidir. 

Bir milletin geçmişinden kopup gelen kültür hazinesinin, tarihin belki de en önemli kırılma noktasında, tam da zamanında ve olması gerektiği gibi kayıt altına alınması, bunun da edebiyat yoluyla ve en üst seviyeden gerçekleştirilmesi, tıpkı Samiha Ayverdi eserlerinde olduğu gibi bir şanstır. Bundandır ki Anadolu’da bu muhtevada bir eser, öyle sanıyorum ki bir daha yazılamaz. Çünkü tarihimizin o kritik geçiş dönemini yaşamamış birisi, öncenin ve sonranın yaşantı ve kültürüne aşina olmayan birisi, taşrayı ve merkezi bizzat yaşayarak sindirmeyen birisi, istediği kadar malzeme toplasın, dil ve üslup işçiliği yapsın, pek çok detayı doğal olarak kaçıracak ve olması gereken zenginliği istenilen seviyede ve tabiilikte veremeyecektir. Bundandır ki “İnce Memed”, yerelden evrensele gitmenin tılsımını en güzel şekilde yakalayarak kendinden sonra gelen yazar ve eserlere de örnek bir okul olmuştur. 

Gerek bu roman serisi ve gerekse insanla toplumu merkeze alan diğer edebî eserler, tarihin edebiyattan bağımsız okunup anlaşılamayacağı gerçeğini de en iyi şekilde göstermiştir ve gösterir. Evet, tarih kesinlikle edebiyattan bağımsız okunamaz çünkü böyle olursa onda bir sansür ve tek taraflılık karşımıza çıkar. İşte bu eser, tıpkı birer sözlü tarih çalışması olmanın yanında, aynı zamanda edebî birer ziyafet de olan Svetlana Aleksiyeviç eserleri gibi edebiyata yepyeni kelimeler, tamlamalar ve sözler katarak kıvrak bir dil armağan eder. Bununla da kalmayıp Aytmatov’un o görkemli romanlarında olduğu gibi akla kazınan güçlü karakterlerle çok güçlü siyasi mesajlar da verir. 

Ve yine o, asırlar boyunca iyice oturaklaşan halk kültürünü ve dilini, tıpkı Dede Korkut hikâyeleri doğallığı ve kıvraklığı içinde, beyanın en yüksek katı olan şiiriyete dâhil eder. Tabii ki şiiriyet derken, şiir dili ve üslubunu değil, şiirsel anlatım zenginliğini kastettiğimi belirtmeliyim. Belki bundandır, sinemaya aktarılmış bazı romanların filmi, kitaptaki o doyumsuz tadı vermez. Vermez çünkü kameralar, dildeki o lezzeti ve muhayyiledeki o zenginliği sunmada âciz kalır. Bu yönüyle Türkçe konuşan, Türkçe okuyan ve yazan her bir ferdin, Üstat Yaşar Kemal’e, iyisinden bir teşekkür borcu vardır. Onun Nobel edebiyat ödülü alıp almaması meselesine gelince, asıl olan ödül değil eserdir, derim. Zira Nobel bile olsa bir ödül, yazar açısından bir onurlandırma ve uluslararası çapta tanınmaktan başka bir şey değildir. Şayet bir yazarın eserleri başka dillere zaten çevrilmiş ve okuruna da ulaşmışsa maksat hasıl olmuş demektir.

Şunu açık yüreklilikle söylemek isterim ki bütün dünya edebiyatında -şair olsun, yazar olsun- bir tek kişiyi kıskansaydım o da Yaşar Kemal olurdu. Eğer bir tek edebî eserle gurur duysaydım yine o da “İnce Memed” olurdu derim. Derim demesine de böylesi büyük eserlerde ve bunları ortaya koyan yazarlarda hiç mi eleştirilecek bir yön bulmam? Şu kadarını söyleyeyim ki her büyük yazar ve eserinde -şöyle veya böyle- katılmadığımız bir düşünce, inanç, ahlaki anlayış ve birkaç cümle mutlaka bulunur lakin beni ve benim gibi edebiyat tutkunlarını cezbeden asıl sebep, bir eserin dil ve üslup güzelliği, muhteva zenginliği ve yazarıyla kurulan ruh akrabalığı olduğu için ben daha çok o yönlere ve her daim aklı, kalbi sarıp sarmalayan büyüleyici yanlara odaklanırım. Bundan da büyük mutluluk duyarım çünkü benim işim hazine avcılığıdır. Avcılık da dikkat ister; cevher dururken çakıl taşlarıyla uğraşmayı zül sayar.

Evet, biliyorum, söz uzadı. Şimdi onu, gücün ve iktidarın istismar edildiği bütün coğrafyaları “Doğu” özelinde dile getiren ve bu romanın da çekirdeği sayılabilecek bir şiirden, Hilmi Yavuz’un “Doğunun Ölümleri”nden bir kesitle noktalayalım: “ve bu nasıl bir serencâmdır / satılır umudu beye / hasreti bir meta gibi / ve alınandır / ve tuzdan, bozkırdan ninnilerini / bir çığlık gibi mengeneden mengeneye / sokup çürüten rüzgârdır /… ölüm bir aşirettir doğuda”