Birinci Bölüm

Hasan, toprak yoldan ağır ağır ve sarsıcı bir şekilde ilerleyen traktörün römorkunda, oturduğu kıyıcıktan, batmakta olan güneşi seyrediyordu. Bir gün daha bütün yükünü onun omuzlarına bırakarak akşama ermişti. Akşam ayazı onu römorkta olmanın da etkisiyle daha fazla üşüttü. Rengini güneşin soldurduğu, yer yer eprimiş ceketini bedenine daha bir sardı. Dikişten anlamadığı aşikâr biri sökülen yerleri acemice dikmiş, dikerken de büzüştürmüştü. Eşi aklına düşünce kendi kendine tebessüm etti. “Nereden bilsin sökük dikmeyi, yama yapmayı! Verirdik terziye olur biterdi. Daha da olmazsa yenisini alırdık.” Etrafındakilerin görmesinden çekinerek de olsa yeniden gülümsedi.

Birbirini tekrar eden günlerdi; sabah namazı ile başlayan, yatsıyla biten. Şeftali bahçesine vardıklarında güneş henüz doğmamıştı. Arada bir yemek molası vermişler, onun dışında hep çalışmışlardı. Canlarını dişlerine takmalarına rağmen bahçe sahibini memnun edememişlerdi. Ama helalinden kazanıyor olmanın vicdani rahatlığı, günün sonunda bedenî yorgunluğunu biraz olsun hafifletmişti. Ceketine biraz daha sarındı. Göz kapaklarına hafiften bir ağırlık çöktü. Bu, karşı konulmaz bir çağrıydı. Römorkta sarsılan, konfordan yoksun bedenini uykunun kollarına bıraktı.

Kafasında ve bedeninde şiddetli bir ağrı hissediyor ve anlam veremiyordu. Sanki bedenini çakıllarla dolu bir tarlada sürüklüyorlardı. Bütün vücudu demir bir tarakta taranıyordu. Etini kemiğinden ayırmaya çalışıyorlardı. Aklına kırkılan keçi kıllarının taraktan geçirilmesi geldi. Çok defa şahit olmuştu. Kılların taraktan geçirilmesi çocukluğunun en eğlenceli işiydi. Annesi büyükçe bir demir tarağı yaygının ortasına koyar ve eline aldığı bir tutam kılı tarağın üstüne yerleştirirdi. Sonra o bir tutamı tekrar tekrar zıt yönlere çekerdi. Bu işlemden sonra kıl, işe yaramaz ne kadar pislik varsa yapağı da dâhil hepsinden ayrılır, ip yapmaya daha müsait hâle gelirdi. İçinden “Rahmetli her şeyi bilirdi.” diye geçirdi. Şimdi taraktan geçirilen, sağa sola çekilen kendisiydi.

Acıdan kurtulabilmek umuduyla biraz hareket etmek istedi ama ne mümkün. Sanki köyün hemen yukarı tarafındaki Delik Kaya’nın altında kalmıştı. Üzerindeki yük öylesine ağır öylesine kıpırdamazdı. “Yarma kırılırken gördüğüm, iki taş arasındaki buğday tanesi miyim?” dedi. Taş, buğdayı nasıl kırıyorsa ağırlık da onu öyle eziyordu. Yarma deyince aklına ninesi düştü. Ninesiyle çok anısı yoktu. Başındaki ak tülbentiyle hatırladığı pamuk kadın, o henüz küçük bir çocukken göçmüştü bu âlemden. Buna rağmen dedesiyle ninesinin yarma çekişleri çok iyi hatırladığı anılardan biriydi.

Acıkmış ve susamıştı. “Yarma pişirse birisi rahmetli annesi gibi, içine pancar yaprağı doğrasa, yanına soğan kesse.” diye geçirdi aklından. Rahmetli, üniversitede iken bile mahrum bırakmamış, her defasında ona çaktırmadan valizinin bir köşesine sıkıştırıvermişti. “Ne gerek var!” derdi oysa Hasan. “Gerek varmış. Keşke çuval çuval koysaymışım kenara.”

Vücuduna cız cız batan bir şeyle düşüncelerinden sıyrıldı. Her ne ise diken diken, iğne iğne batıyordu. İğneyi bilirdi. Çok ameliyata girmiş, sayısız dikiş atmıştı. Ama bu iğneler! Canı çok yanıyordu. Küçükken bir keresinde dengesini kaybetmiş ve attan düşmüştü. Nasıl olduysa düşerken ayağı üzengiye takılı kalmıştı. Ürken hayvan var gücüyle o takılı yükten kurtulmaya çalışmıştı. Tabii koşarken Hasan’ı da sürüklemişti. Vücudunda kırıklar, ezikler oluşmuştu o hadisede. Bu, bin beterdi.

Üşüyordu. Ceketinin, kendisini daha sıkı sarmasını bekledi. Yıldızlar birer birer kayboldu. Her yer zifirî karanlığa büründü. Uzaktaki evlerin ışıkları birer birer söndü. Karanlıkla birlikte sesler yükseldi. İniltiler, çığlıklar, sağa sola koşturanların ayak sesleri kafasının içinde dolaştı. Bu seslerde bir anlam aradı. Sonra tüm sesler kesildi. Anlam veremediği biçimde acı da üşüme duygusu da yok oldu. Dalgasız bir denizde sırtüstü yüzüyormuşçasına boşluktaydı.

İkinci Bölüm

Tavanı oldukça yüksek ve mavi badanalı küçük odada ara sıra iç çeken iki kadından başka kimsecikler yoktu.

– Yeter ağlama kızım! Helak ettin kendini.

– Tamam anne. Ama…

– Aması maması yok. Hadi lavaboya git, elini yüzünü yıka. Akşamdan beri bir lokma almadın ağzına.

Zehra istemeyerek de olsa kalktı. Ayaklarını sürüklercesine lavaboya doğru yürüdü. El yordamıyla yürüyordu çünkü zihni tamamen doluydu. Eşinin kaza yerindeki görüntüsü aklından çıkmıyor, hatırladıkça midesine kramplar giriyordu. Genzini yakan çamaşır suyu kokusu zihnindeki kan kokusunu bastırınca nihayet hedeflediği yere geldiğini anladı. Yüzüne çarptığı soğuk suyla ferahlamaya çalıştı. Bir an önce odaya varma arzusuyla hızla kapıya yönelince, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş yaşlıca bir kadınla burun buruna geldi. Kadının ak saçları, alelade bağlanmış kirli eşarbının kenarından çıkmış, yer yer ıslak yüzüne yapışmıştı.

– Affedersiniz. Acelem vardı da.

– Yok, önemli değil.

– Buyurun.

-Sağ ol yavrum. Senin de mi hastan var? Hâline bakılırsa durumu ağır.

Zehra sorulara muhatap olmadan, bir an önce çıkmaya çabalasa da, karşı taraf belli ki derdini açmak istiyordu. Kelimeler ağzından pek bir yorgun çıktı.

– Evet teyzeciğim. Eşim bir kaza geçirdi de.

– Allah şifa versin kızım. Benim oğlan da öyle. Şeftaliden dönerken traktör devrilmiş. Kanlar içinde kalmış kuzum. Haber edince apar topar geldim. Geldim ki ne göreyim. Boylu boyunca tarlanın kenarına uzatmışlar. Üstüne eski bir şal örtmüşler. Ölmüş sandım. Bayılmışım. Kolonya kokularına uyandım.

Sözün burasında Zehra heyecanlandı. Kendine hâkim olamayarak:

-Lafını kestim teyze. Nerede olmuş bu kaza?

– Değirmenci Halil’in tarlasını bildin mi?

Dinleyemedi. Kulakları uğulduyordu. Kaza aynı kazaydı. Eşinin cansızmış gibi hareketsiz bedenini, hemen yanı başında inleyen yirmilerinde bir genç kızı, ileride üzeri acemice örtülmüş kanlı cesetleri hatırladı. Polis araçlarının farlarından çıkan ışıkların görünür kıldığı kana konup sonra uçan sinekler, rahatsız edici koku, insanın içini ürperten çığlıklar zihninde sağa sola kaçıştılar. Aklını toparlamaya çalıştı. Herkes bir o yana bir bu yana koşturuyor, biraz daha iyi olan kazazedeler diğerlerine yardım etmeye çalışıyordu.

– Bildim teyzem bildim. Kocam da o traktördeydi.

– Öyle mi! Kimlerdensin kızım sen?

– Yeşillerin geliniyim.

– Çok iyi bilirim. Rahmetliyle severdik birbirimizi. Senden iyi olmasın çok iyi kadındı. Erken göçtü. Dert işte!

– Oğlun nasıl teyze?

Artık konuşmayı sonlandırıp odaya dönmeliydi. Ama sormasa da ayıp olurdu. Belki de kocası o burada konuşmaya dalmışken çoktan uyanmıştı.

Çok şükür kızım. Allah çoluk çocuğuna bağışladı. Gelin başında. Ben de yüzümü gözümü yıkayayım diye geldiydim. Seni de alıkoydum.

– Estağfurullah. Ne demek. Allah hastalarımıza şifa versin.

– Âmin kızım, âmin. Sizinki nasıl?

– İyi olacak inşallah. İyi…

Sözünü tamamlayamadı. Boğazına bir yumru takılmıştı. Göğsüne çöreklenen acı biraz daha büyümüş onu nefessiz bırakmıştı. Dışarıya attı kendini.

Yaşlı kadın Zehra’nın arkasından acıyarak baktı. “Pek de tazecikmiş. Kocasına bir şey olmasa bari. Bu gencecik yaşta dul kalmak da zor.” diye kendi kendine mırıldandı. Kız onu bilememişti ama o düğünlerine gelmiş, bir çeyrek bile takmıştı. Öteden beri gidip geldikleri bir aileydi. Hasan’ı pek görmemişti okulundan sebep. Hem yüzünü yıkadı hem düşündü, “Demek o doktor da oradaymış ha! Ne işi varmış ki traktörde?”

Annesi onu kapıda karşıladı.

– Geldin mi kızım? Merak etmeye başlamıştım. Bir yerde düştü bayıldı mı dedim. Başından da ayrılamadım.

– Bir değişiklik var mı?

– Yok kızım. Aynı. Bıraktığın gibi.

Gülümser Hanım belli etmeden kızını süzüyor, gecikmesinin sebebini anlamaya çalışıyordu. “Yanımda rahat olamadıysa zaar. Oturmuş, ağlamıştır biraz kendi kendine. Ana da olsa bazen insan öz evladına yardımdan âciz kalıyor. Kadersiz yavrum benim!” Son cümleyi sesli söylediğini fark etmedi.

– Bir şey mi dedin anne?

– Yok kızım, sen bana bakma. Akıl mı kaldı dünden beri. İyice misin biraz daha?

– İyiyim. Sen merak etme. Sen eve git artık. Çocuk da babama kaldı. Acıkmışlardır. Babam yemek de yapamaz. Ben beklerim. Bir şeye ihtiyacı olursa…

Sözünü tamamlayamadı yine. Gözlerinden akan yaşlara hâkim olamadı.

– Keşke bir şeye ihtiyacı olsa! Uyansa. Su istese. “Çok acıktım.” dese. “Yatmaktan yoruldum ben.” deyip açsa gözlerini. “Akşama kadar çalışmaktan öyle yorulmuşum ki uyuyakalmışım, ne çok uyumuşum!” dese.

– Zehra! Kızım bırakma kendini. Bu hâldeyken bile bizi duyabiliyormuş. Senin moralin önemli. Dua edelim. Sen daha iyi biliyorsun bunları. Kur’an falan vardır yanında.

– Var anne, var. Tamam, daha iyiyim. İnsan korkuyor işte. Başkalarına söylerken ne de kolaymış. “Metanetli ol. Dua et. İnanırsan olur.” demek. Başa gelince insanın feleği şaşıyor. Yıllardır insanlara söyleyip durduğum şeyler kendime işlemiyor.

Karşısındakiyle konuşuyormuş gibi değil de özeleştiri yapıyormuş gibiydi. Annesinin odadan çıktığını da bu yüzden fark edemedi. Sararmış yüzünde gezinen parmakları ağrıdan zonklayan şakağında mola verdi. Daldığı yerden çektiği bakışlarını kocasına çevirdi.

– Eee, Hasan’ım! Nihayet baş başa kaldık. Gel seninle dertleşelim. Ben ev işlerinden, sen ekmek derdinden vakit bulup konuşamıyorduk. Akşam olup da el ayak çekilince değil konuşup dertleşmek, oturduğumuz yerde sızıp kalıyorduk.

Düşünceleri odaya hemşirenin girmesiyle dağıldı. Nöbetçi hemşire olduğu, uykusuz gözlerinden, bir an önce işini yapıp nöbet yerindeki rahatsız sandalyesine dönmek isteyişinden anlaşılıyordu. Orta yaşını geçmiş bu sarışın hemşire küt kesilmiş düz saçlarını sallaya sallaya “Hastamız nasıl? Bir değişiklik gözünüze çarptı mı?” dedi sırf laf olsun diye. “Bir değişiklik olursa muhakkak haberimiz olsun.” diye on kere tembih eden kendisi değilmiş gibiydi. Olsaydı zaten haber verilirdi. Elindeki dosyaya bir şeyler kaydetti monitöre bakıp. Zehra kenara çektiği sandalyesinden hemşireyi seyrediyordu. Onun bir sonraki adımını gözü kapalı olduğu hâlde söyleyebilirdi eski bir hemşire olarak.

– Bir değişiklik olursa hemen bana seslenin.

– Peki.

Yatağa baktı. Kocasından tarafa bakmaya çekiniyor muydu, cesareti mi yoktu bilemedi. Korkudan da olabilirdi. Onu o hâlde görmeye dayanamıyordu. Bütün cesaretini toplayıp tüm korkularına rağmen dikkatlice baştan ayağa kocasını süzdü. Başının tamamı beyaz bir sargıyla iyice sarılmıştı. Sargının bittiği yerde yalnızca ucu görünen bir tutam saç vardı. Kurumuş kan o bir tutam saçı sertleştirmişti. Alnında ve şakaklarında yine kurumuş kanlar göze çarpıyordu yer yer. Yüzünün belli bölgelerinde morluklar ve şişlikler mevcuttu. Ağzında oksijen maskesi olduğundan o kısımlar görünmüyordu. Beyaz çarşafın altında hafifçe inip kalkan göğsü belli oluyordu. Orada da monitöre bağlı kablolar vardı. Sağ kolu ve iki ayağı alçıdaydı. Doktor omurilik, kaburga ve boyunda herhangi bir sorun olmadığını söylemişti. Beyin kanaması veya iç kanama da yoktu. İyiye işaretti. Sadece uyanmasını bekleyeceklerdi.

– Eee, Hasan! Nerede kalmıştık. Dertleşiyorduk.

Eşinin sol tarafına geçip eşinin elini iki avucunun arasına aldı. Hafif üşümüş parmaklarını kendi sıcaklığıyla ısıtmak istedi.

– Bilmiyorum şimdi nasıl bir âlemdesin. Muhtemelen derin bir uykudasın ama duyduğuna eminim. Şu anda özel bir hastanenin küçük bir odasındayız. Paramızın az olmasına rağmen neden özele geldiğimizi tahmin edersin. Fark edilme riskini göze alamadım. Yıllardır birlikte kalabilmişken etraftan borç alma pahasına bile olsa tedavinin burada yapılmasına karar verdik. Merak etme, kuzeninin kimliği ile kayıtlısın. Sağ olsun hiç tereddüt etmedi. Hele sen iyi ol gerisini hallederiz. Annemler arkamızda her zaman olduğu gibi. Az önce buradaydı fark etmişsindir. Betül iyi. Dedesiyle. Bir şey demedik ona. İşi uzamış dedik. Uzadı. Yalan da değil. O, alacağı şekerin, gofretin derdinde.

Kızını düşününce bir tuhaf oldu. Eğer kötü bir şey olursa kuzucuk babasız ne yapardı. Ya kendisi. Ağlamaya başladı hıçkıra hıçkıra. Sakinleşinceye kadar ağladı. Rahatladı. Duvardaki büyükçe saate baktı. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Annesi biraz sonra gelirdi. Başının zonklaması, midesinin gurultusu, monitörün sesi birbirine karışıyordu.

Daldığı âlemden onu hızlıca çekip çıkardı mekanik gürültüler. Monitörden gelen aralıklı seslerin ritmi bir an değişti. Hızlı bir hareketle ellerini eşinin elinden çekti. Ayağa fırladı. Hemşire gelsin diye çağrı düğmesine arka arkaya bastı.