Erdal KARAMAN

Soğuk savaşın taraflarından Sovyetler Birliği’nin dünyaya meydan okuduğu yıllarda Azerbaycan’ın istiklal şairi merhum Vahabzade’nin yeni bir eseri yayımlanır. O dönemde şairin eserlerini dört gözle bekleyen iki grup vardır: Birincisi kendisine hayran olup eserlerini sabırsızlıkla bekleyen okuyucuları, diğeri de rejimin bekçileri istihbarat elemanlarıdır. Her iki grup da şairin eserlerini, tabiri caizse, didik didik ederler. Aslında her iki cenah da zahirde okuma fiilini gerçekleştirir, ama maksatları aynı değildir. Halk, alenen söylenmesi yasak olan milli manevi değerlere yönelik mesajları cümle aralarında veya remizlerde bulur. Onlar hissiyatlarına tercüman olunmasından bahtiyar olurken istihbarat elemanları da aynı mesajları rejime sıkılmış kurşun olarak addeder ve şairi cezalandırmak için adeta fırsat kollar.  

Şairin yeni eseri neşredildikten birkaç gün sonra telefonu çalar. Telefonun diğer ucunda hayranlarından birisi vardır. Taze çıkan eserini bir solukta okuyan kişi, şaire teşekkür etmek ve kendisini uyarmak için arar. Okuyucu, ‘’Bahtiyar Muallim, eline yüreğine sağlık kitabın çok güzel olmuş!” der ve ekler: Falan sayfalardaki ifadeler çok tehlikeli değil mi? Sakın birilerini rahatsız etmesin!” diye de kaygısını dillendirir. Okuyucu gayet samimidir. Sevdiği şairin başına kötü bir şey gelmesinden çekinir. Zira 1930’lu yıllarda Sovyetlerde 30 bine yakın aydının fikirlerini dillendirdiği için ortadan kaldırıldığı herkesin malumudur. Bundan dolayı dostu, Vahabzade’nin akıbetinden, haklı olarak, endişe eder. Hayranı şairin bam teline dokunur. Adeta yarasına tuz basar. Defaatle KGB elemanları şairi bu meselelerle ilgili sorguya çeker. Takipler, sansürler artık Vahabzade’yi canından bezdirir. Buna rağmen heyecanlı şair duygularına hâkim olamaz. Telefonda açar ağzını, yumar gözünü rejime verip veriştirir. Okuyucu iyice telaşlanır,  dayanamaz ‘’Bahtiyar Bey, sakin olun, bizi telefonda dinleyebilirler!’’ der kısık sesle. Hızını alamayan şair, bu defa kaldığı yerden kendisini dinleyenlere ağzına geleni söyler. Velhasıl okuyucu şairi aradığına pişman olur. Aradan birkaç gün geçer şairle ilgili herhangi bir tetkikat yapılmaz. Tehlike atlatılmışa benzer. Şair, her yaz olduğu gibi o sene de Bakü’den memleketi Şeki’ye dinlenmek için gider. Şeki’de bulunduğu bir gün onun gibi bu güzel şehre tatile gelen bir hemşehrisi şairi çarşıda görür selam verir ve kendisine, ‘’Bahtiyar Muallim, hadi rejimle kavgalısın onlar seni, sen de onları sevmezsin, bunu biliyoruz da seni dinleyen memurların suçu ne? Onlara niçin hakaret ediyorsun?’’ diye sitem eder. Bu defa şairi takip eden istihbarat görevlisi Vahabzade’nin hemşehrisidir. Başına bir şey gelmez.

Okuyucu endişesinde gayet haklıdır. Zira Vahabzade’den önce Ahmet Cevat, Hüseyin Cavit, Mikail Müşfik gibi birçok şair rejim tarafından fikirlerinden dolayı idam edilir. Birçok aydın da Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Halk, muhalif eserler kaleme alan yazar ve şairlerin başına geleceklerin farkındadır. Bu süreçte Sovyet rejiminin icat ettiği silahlardan daha tehlikeli iki ölümcül kavram vardır: Yönetimin insanları cezalandırmak, sistemini yerleştirmek ve muhalifleri susturmak maksadıyla türettiği adeta düştüğü yeri yakan ‘’Halk düşmanı ve Pantürkist’’ ibareleridir. Bu ifadeler, insanların korkulu rüyasıdır. Bahsedilen terimler adeta ölüm saçar, aileleri birbirinden ayırır, çocukları yetim bırakır. Basın-yayında sürekli tahşidatı yapılan kavramlardan insanlar ne kadar uzak olursa o kadar tehlikelerden beri olacağı her fırsatta, adeta, insanların kulaklarına fısıldanır. Rejim susturmak istediği şahısların üzerine bu iki kelime ile gider. Böylece insanların hürriyetleri ellerinden alınır, canlarına kıyılır, malları talan edilir.

Okuyucunun da ima ettiği gibi Vahabzade de seleflerinin yolundan gider. O, halkın hissiyatına tercüman olur, cemiyetin milli-manevi değerlerini eserine konu edinir. Vahabzade’nin, cemiyeti bir arada tutan ve atalarından tevarüs ettiği değerleri eserlerinde referans olarak göstermesi tabiî bir durumdur. Şeki’de muhafazakâr bir ailede 1925 yılında gözlerini açan şair, milli-manevi değerlerin el üstünde tutulduğu bir muhitte yetişir. Kışın uzun gecelerinde şairin dedesi torunlarına ve çocuklarına sobada yanan odunların çıkardığı sesler eşliğinde Sovyetlerin yasakladığı manevi değerleri anlatır. O dönemde Azerbaycan’ın milli müzik aleti Tar’dan tutun da Türkiye hakkında konuşmaya kadar birçok mesele yasaklılar listesindedir. Dedesi evde Türkiye’yi torunlarına gözyaşları ile anlatırken okulda öğretmeni Türkiye gündeme geldiğinde sınıfa arkasını dönüp gözyaşlarını gizlice akıtır. Bahsedilen atmosferde yetişen şair eserler vermeye başlayınca, tabiî olarak, halkının değerlerini eserlerinde terennüm etmeye başlar. Olcas Süleymanov’un, “Mahallemizde bir ayakkabıcımız vardı. Hep 42 numara ayakkabılar imal ederdi. Ayak ölçünüz 42’den büyük ya da küçükse vay halinize!” dediği gibi tek tip insan yetiştirme gayretinde olan sistem için Vahabzade gibi aydınlar çok zararlıdır, bundan dolayı da mutlaka susturulmalıdır. Aksi takdirde rejim payidar olamaz.

Gençlik yıllarında toplumu ilgilendiren genel mevzularda şiirler kaleme alan şair, daha sonra milli meselelere değinmeye, toplumda gördüğü çarpıklıkları tenkit etmeye başlar. Tabiî ki yönetimin dikkatinden kaçmaz onun hassas konularda kalem oynatması. Birkaç kez KGB’ye çağrılır ve sorguya çekilir, serbest bırakılır. Gülüstan Poyeması onun için milat olur. 1959 yılında kaleme aldığı eser memleketi Şeki’deki ‘Şeki Fehle Gazetesi’’nde neşredilir. Gülüstan şiirinde 1813 yılında Türkmençay anlaşması ile Azerbaycan topraklarının bir kısmının Rusya’ya, bir kısmının da İran’a verilmesi ve bu süreçte yaşanılanlar anlatılır. Eserin girişinde Azerbaycan’ın masada nasıl paylaşıldığı anlatılırken şairin eleştiri oklarından Ruslar da Farslar da payını alır:

“Koyulan şartlara razıyık diye,

Taraflar kol çekdi[1] müahideye…[2]

Taraflar kim idi?

Her ikisi yâd!

Yâdlar mı edecek bu halka imdat? (Vahapzade, 1974, s. 77).

Azerbaycan’ı mezkûr antlaşma ile bölenlerin mutluluğuna diyecek yoktur elbette. Fakat Azerbaycan halkı derinden yaralanır ve kendisini uzun yıllar sürecek hasretin kucağında bulur. Şair eserinde o dönemde, pek de alışılmadık bir üslupla, hem İran’ı hem Rusya’yı korkusuzca tenkit eder. Rusların kendilerini Baran ”Koyun’’, Farsların da Har ‘’Merkep’’ olarak gördüğünü dolayısıyla da Rusların Azerbaycan’ın servetini sömürdüğünü, tabiî kaynaklarını koyun yer gibi yediğini; Farsların da merkebe biner gibi sırtlarına bindiğini, dile getirir. İstibdat ve baskı ile aydınların susturulmasına dikkat çeker. Elbette bu hakikatler ülkenin bölünmesinden memnun olan rejimi rahatsız eder:

Kağıza yavaşca o da kol attı[3],

Dudağı altından gülümseyerek,

Bir kalem asırlık hicran yarattı,

Bir halkı yarıya böldü kılıç tek.[4]

Öz sivri ucuyla bu lelek[5] kalem

Deldi sinesini Azerbaycan’ın.

Başını kaldırdı,

Ancak dembedem

Kestiler sesini Azerbaycan’ın. (Vahapzade, 1974, s. 76-79).

Türkmençay mukavelesi ile birlikte İran’da bulunan Azerbaycanlılarla irtibat kesilir. Sovyetlerin sonuna kadar sürecek uzun hasret dönemi başlar. Sınırlar kapalıdır, ama gönüller hep açıktır, birlikte çarpar.  Akrabalar dahi birbirlerini ziyaret edemez. Ama insanlar bir gün hasretin mutlaka biteceğine inanır. Güney Azerbaycanlı ‘’Heyder Baba’’ şiirinin müellifi Şehriyar ile Bahtiyar telefonda konuşurlar, tanışırlar. İki şairin derinlerden süzülüp gelen dokunaklı sözleri gönül teline dokunan hoş musiki nameleri gibi tarifi mümkün olmayan tatlı bir iz bırakır yüreklerde. Şehriyar, genç Bahtiyar’a yaşını sorar. Yaşını öğrenince sevinir ‘’Alkış sana!’’ der. Vahabzade, “Niçin alkış üstat!” diye sorduğunda, “Sen gençsin, o günleri göreceksin!” diye cevap verir. Öyle de olur. Şehriyar, 1988 yılında hayata gözlerini yumar. Şehriyar ve Bahtiyar seslerini duyarlar, fakat elleri birbirlerine ulaşmaz:

Durup Arazın bu kıyısında ben,

“Can kardaş’’ deyirem, o da “can’’ deyir.

Ey zaman! Sualime cevap ver, neden

Sesim yeten yere elim yetmir? (Vahapzade, 1974, s. 230)

Şair elinin ulaşamadığı dostlarının hasreti ile yanıp tutuşur. Gülüstan şiirinde dile getirilen aslında, ayrılığın ve hasretin gönle verdiği ıstırabın söz bedeninde mücessem bir hal alması; yürekteki sızıların süzülüp kelimelerle arz-ı endam etmesidir. Hoş, kelimeler yürekteki ağrıyı ne kadar yansıtır, tartışılır. Bundan olsa gerek çoğu zaman kelimelerin imdadına gözlerden yanaklara süzülen birkaç damla, duygulara tercüman olur, binlerce kelimenin ifade edemediği hisleri anlatıverir.  Belki de şairin eserinde yer yer ifadelerin okuyucunun gözlerini nemlendirmesi bundandır.

Elbette bu mısraların Sovyet idaresinde bir karşılığı vardır. Bazı insanları hislendiren mısralar, ne yazık ki, bazılarını da hırslandırır. Bahsedilen şiirinden dolayı şair hakkında soruşturma açılır. Vahabzade’yi meşakkatli günler bekler. Rejimin ilk yaptığı iş Vahabzade’nin çalıştığı Bakü Devlet Üniversitesindeki vazifesine son vermek olur. Kapalı bir sistem olan ve hafiye faaliyetleriyle meşhur ülkede hiçbir yerde çalışmasına izin verilmez. Sözün tam manasıyla şair ve ailesi açlığa mahkûm edilir. O dönemde Vahabzade’yi işe alacak, çalıştıracak bir kurum olmadığı gibi mevcut kurumların başındaki insanların da buna teşebbüs etmesi mümkün değildir. Bu süreçte vefalı Azerbaycan halkı şairin yanında olur. Özellikle Şekililer şaire yiyecek getirirler, gizlice kapısına bırakır giderler. Zor günlerinde tehlikeli olmasına rağmen dostları onu yalnız bırakmaz. İki yıl süren tecrit dönemini Vahabzade ailesi dostlarının yardımı ile atlatır.

Şair bu hadiseden sonra eser vermeye devam eder, fakat devir daha dikkatlidir. Fikirlerini halka farklı metotlarla ulaştırmanın çaresini arar ve bir çıkış yolu bulur. Şiirlerinde ele aldığı hadiseler güya Azerbaycan’ın dışında başka ülkelerde cereyan ediyordur. Latin dili bu tarzda yazılan en güzel eserlerinden birisidir. Her ne kadar Latin dilinden bahsetse de şiirinin bir kısmında sözü yine ülkesine getirir:

Sen derde bak, vatan da var, millet de var.

Sen derde bak, vatan da var, millet de var.

Ancak onun dili yoktur.

Öyle bil ki ayna gibi.

Şimdi söyle hangi dile ölü diyek?

Vatan varken, millet varken,

Küçük yoksul komalarda Tutsak olan bir dile mi?

Yoksa uzun asırlardan geçip gelen

Halkı ölen

Özü kalan

Bir dile mi? (tdk.gov.tr)

Şairi rejim baskılara rağmen susturamaz, şiirlerinin bir kısmını bahsedilen usullerle kaleme alırken bir kısmını da Sovyetler Birliği döneminde yayımlatamaz, saklar. Sovyetler dağıldıktan sonra “Sandıktan Sesler’’ başlığı altında neşrettirir (arastirmax.com).

Vahabzade, kalemi ile yılmadan bir ömür boyu mücadele eder. 1990 yılında Sovyetlerin dağıldığı dönemde Azerbaycan halkı istiklal için sokaklara dökülür. Ruslar, Bakü’yü işgal eder. Rus ordusu silahını halka çevirir. Tarihe “Yirmi Yanvar” hadiseleri olarak geçen azatlık mücadelesinde Vahabzade halkın arasında Rus tanklarının karşısındadır. Meydanda ordunun başındaki generale başkaldırır: “Sen benim halkımın kanını içen fasiştsin, ülkemden defol!” der ve yüzüne tükürür. General elini silahına uzatır aynı anda generalin korumaları da silahlarını şaire doğrultur. Meydanda bulunan TV çalışanlarından birisi Rus komutanın kulağına birşeyler fısıldar, general elini silahından çeker. İlgili şahıs, kendisine, “O milli şairimizdir. Onu öldürürseniz buradan hiçbiriniz sağ çıkamazsınız!” der (Qafarlı, 2014, s. 529).

Sonuç

Dikta rejimlerin hükümferma olduğu coğrafyalarda aydın olmak adeta avuçta kor ateş tutmak gibidir. Bahsedilen süreci rejim parçalanıp ülkesi istiklalini kazanıncaya kadar Vahabzade hayatının her döneminde yaşar. Tehditler, tecritler onu davasından asla vazgeçiremez. Hak bildiği değerleri hayatının sonuna kadar savunur. Geride şerefli ve takdire şayan bir başkaldırı ve zulmünde boğulup giden bir sistemin enkazı kalır. Şair, mücadelesini verdiği İstiklali hayatının son demlerinde görme bahtiyarlığına erenlerdendir. Vatanının bağımsızlığını görmesi onu yeterince mesut etmez. Bu defa da Azerbaycan’ın en güzide toprakları Karabağ, Azerbaycan’dan koparılır ve bir milyona yakın insan yurdundan yuvasından didergin “ayrı” düşer. Bir dönem İstiklal mücadelesi veren şairin bu defa mısralarında ayrılık, hasret, işgal gibi yüreklere yük olan kelimeler yer almaya başlar. Ne yazık ki Karabağ’ın alınmasını göremez. Anlaşılan o ki aydınların bu “yalancı” dünyada gerçek mutluluğu elde etmesi muhaldir.

Kaynaklar

Vahapzade, B. (1974). Seçilmiş Eserleri, Azerneşr.

Vahabzade, B. (1995). Yanan da Men, Yaman da Men.

https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2014/09/2011-31-vahabzade-se%c3%a7me%c5%9fiirler.pdf (Erişim tarihi: 15.07.2021)

https://arastirmax.com/tr/system/files/dergiler/79199/makaleler/9/12/arastirmax-milli-mucadele-sairi-bahtiyar-vahapzade.pdf (Erişim tarihi: 17.07.2021.)

Qafarlı, R. (2014). Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi, Eskişehir.

[1] Kol çekmek: İmza atmak

[2] Muahide: Sözleşme

[3] Kol atmak: İmza atmak

[4] Kılıç tek: Kılıç gibi

[5] Lelek: Kuş tüyü