Sabahın henüz erken saatlerinde, herkes uykudayken o uyanmış ve kendisini uzun zamandır çağıran geçmişinin yollarına düşmüştü. Bir zamanlar çocukluğunun geçtiği ama hatıralardan başka her şeyin değiştiği şehrin sokaklarını şimdi arşınlıyordu. 

Hiçbir şeyin onu fark etmediği ama zihninin zorlayarak da olsa bağ kurmaya çalıştığı modern sokaklara bırakmıştı kendini. Ne eski Arnavut kaldırımlarının ne de “Taze simit!” diye bağırarak geçenlerin kalmadığı sokaklar… Minareleri geçmeyen, bahçeli evlerin yerini alan apartmanların arasında, ezan seslerinden mahrum kalan kentlerin kalabalık ve bir o kadar da gürültülü caddelerini dolaşıyordu. Sokağın sesleri, çocukların koşuşturmaları, annelerin çocuklarına seslenişleri hâlâ kulağında yankılanıyordu. Bütün bunlar, şimdiki mekânlara ne kadar da yabancı kalıyordu. 

Rüyalarına yaslanarak yaşadığı hayatının hep bir yanı eksik kalmıştı. Şimdi görülen düşleri hayra yorma zamanıydı. Eskisi gibi olmasını istediği her şey, artık çok gerilerde kalmıştı. Hatıralarla olan bağı ve yeniye adapte olmaması onu ikilemde bırakıyordu. Aslında geçmişe değil eskimeyen yenilere ihtiyacı vardı; geçmişin inşa ettiği ruhu gibi. Baharların serinliği gibi tazecik yaşamlar, karların tazeliği gibi bembeyaz hayatlar…

Asude adımlarla yavaş yavaş ilerlerken sokağı kaplayan sakin, sade bir türkünün büyüsüne kapıldı ve yerinde kalakaldı. Yaşlı bir amcayı tıraş etmekte olan bir berberin küçük dükkânından dışarıya taşan bir türküydü bu. Bu naif türkünün, ruhunu kanatlandırdığını fark etti. Biten türkünün nakaratını diline dolamış, yoluna devam ediyordu: 

“Uyu uyu uyan yârim,

Sar kolların dayan yârim,

Sinemdeki küllerime,

Sendin közü koyan yârim.”

Bizim mahalle dediği, sahibi olduğunu düşündüğü ama kirada oturdukları evlerin şimdi yabancısıydı. Aslında yaşı ilerledikçe, her geçen gün, aidiyetinin daha da azaldığı bir hayatı olduğunu şimdilerde anlıyordu. Çocukluğunda büyükleri, “Hey gidi günler!” derlerdi de o, bunu anlamaz; bilakis yaşadığı günlerin daha güzel olduğunu düşünürdü. Cıvıl cıvıl renkleriyle bilyeleri, taşla ezerek düzleştirdiği gazoz kapaklarını, çelik çomak oynadığı anların heyecanını hiçbir şeyle değişemezdi. Büyüklerinin, bütün bunların güzelliğini unutmuş olabileceğini ya da hiç bu oyunları oynayamadıklarını düşünürdü. Belki de o zaman sormuş olsaydı, onlar da o oyunları zevkle anlatacaklardı. Şimdi bütün bunların bir döngü olduğunu düşündü; öncesi ve sonrası ile devam eden…

Evlerinin kullanılmaktan rengi atmış, ipleri iyice incelmiş halısını dahi özlüyordu. Annesinin pencere kenarına koyduğu ve yağ tenekelerinden yaptığı saksılardaki çiçekleri, küçücük bahçelerindeki dallarına salıncak kurduğu dut ağacını… Velhasıl kendini özlüyordu. O zamanki hâlinde kalamadığına üzülüyordu. 

Özlem ve üzüntü ne kadar da yakışıyorlardı birbirlerine…

Şurada kerpiç bir ev vardı. Bu evde yaşlı ve hasta babasıyla birlikte gençliğinin sonlarında olan bir kız yaşardı. Annesi, onlardan bahsederken “Ah evladım! Annesinin ölümünden sonra yatalak babasına bakmak için evlenmedi yavrucak. Fakirlik bir yandan, hastalık bir yandan, o da babasıyla birlikte çile dolduruyor.” derdi. O, bu çileyi masal gibi dinlerken baba ve kızı bunu gerçekten yaşıyorlardı.

Önceden olaylar, duygularını şekillendirirken şimdi duyguları, hatıralarını restore ediyor ve  renklendiriyordu. Bununla da kalmayıp daha da anlaşılır kılıyor hatta bütün olumsuzluklardan temizleyerek mutluluğunu artırıyordu.

Hüznünü yaşayamayan adamlar tanımıştı. Bunun nedenini istemeye istemeye kekeleyerek de olsa sorabilmişti. Onlar, bu sorulara kısa  cümlelerle ya da yüklemi olmayan birkaç kelime ile cevap verebilmişlerdi. Az sözün çok şey anlattığı zamanlar…

Daha çok suskunluğun yankılarına şahit olmuştu kulakları. Bütün o sesler ve duygular, bu eski mekânlara gömülmüş; şimdi kendisine bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Yarım kalan cümleleri, kaderine terk edilmiş kelimelerle tamamlamaya çalışıyordu.

Birbirine benzeyen evleri gibi her biri de birbirine benzeyen hayatların çocuklarıydı. Çocukluğunda evlerine su taşıdıkları, mahalle maçlarından sonra şakalaşarak ellerini, yüzlerini yıkadıkları meydan çeşmesi; o zamanlar gürül gürül ve buz gibi akardı. Şimdi onun mermerlerini yosunlar, etrafını kuşlar ve sokak hayvanları kaplamış; oluğundan boz bulanık sular akıyordu. Gelip geçeni ve kana kana içeni kalmamıştı.

Taş atarak dallarından tazecik ekşi erikleri düşürdüğü ağaç hâlâ yerinde duruyordu. Bir zamanlar evin bahçe duvarından dışarıya taşan bu ağaç, şimdi kaldırımın kenarında sokağın bekçisi gibiydi. Zira bu ağaçtan geriye ne bahçe ne de ev kalmıştı. Evin yerinde şimdi büyükçe bir apartman vardı. Ağacın eski günlerinden eser kalmamıştı. Saçları dökülmüş bir ihtiyar gibi tek tük meyveleri olan ve gövdesini reçinelerin kapladığı siyah bir ağaç hâline gelmişti. 

Uçan kahramanları vardı hayatında. Onlar, vurduğu zaman kaleleri dahi yıkan, bağırdığı zaman dağları

inleten, bir bakışıyla yeri göğü titreten olağanüstü varlıklardı. Hayran kalırdı onlara ve “Anne, büyünce bende kahraman olacağım.” derdi.  Annesi, onun bu sözlerini duyunca “Yavrum!” diyerek ona sarılırdı. Şimdi büyümüştü ama annesi yoktu. O, artık bütün güçlerini kaybetmiş çaresiz bir kahramandı.

Evin büyük oğluydu, kendinden büyük bir ablası vardı. Ablası, özel bir bebek olarak doğmuş ve hiçbir zaman hiçbir şeyin farkında olamamıştı. Daima annesinin refakatine muhtaç kalmıştı. Hayat, o farkında olmadan üzerine zorunlu bir sorumluluk yüklemişti. Ablasının haricinde annesi, babası ve ayrıca üç erkek kardeşi vardı. Kardeşleriyle aynı döşekte ve tek yorganın altında uyurdu. O, hep böyle kalacağını zannederdi çünkü o zamanlar böyle çok mutluydu. Ne var ki hiçbir şey öyle olduğu gibi kalmamıştı. O büyümüş, her şey yerinden oynamış ve her bir parçası farklı yerlere dağılmıştı. Şimdi o parçaları toplamaya çalışıyordu. 

Babası; “ Çocukluk, insanın cennetidir.”  derdi. O, cennetinden kovulmuş bir âdemdi şimdi…

Aslında hatıralarının sokağından geçiyordu. Her şey âdeta bir şarkı gibiydi. Sanki “Beni böyle bırakıp gittin, ardına bakmadan.” diyordu. 

Çocukluğundan kalan bir nazlı ağlayışta dinlediği ninni sesleri, annesinin çağırışları ve “Haydi! Akşam oldu, eve gel.” deyişleri hâlâ kulağındaydı. Bir zamanlar gördüğü düşler sokağında yürüyordu şimdi; yalnız ve kimsesiz.