Değerli okurlarımız,

Bahar mevsiminin iyiden iyiye kendini hissettirdiği şu günlerde, yine farklı türlerde ve birbirinden güzel eserlerle, yeniden sizinle buluşmanın mutluluğu içindeyiz. Bu mutluluğumuzun, birkaç gün sonra bayram sevinciyle ikiye katlanacağını umuyoruz. Bayram sevinci diyoruz demesine ama henüz iyileşememiş bir dünyada, bayramı tam manasıyla hissedip yaşamanın güç olduğu herkesçe malum. Her şeye rağmen bu bayramın dünyamızı iyileştireceği, maddi ve manevi bütün yaraları saracağı umuduyla Ramazan Bayramı’nızı kutlarız. İsterseniz bu güzel dileklerin peşi sıra yeni ayın eserlerine hep birlikte göz atalım.

Bu sayımızın açılışını, “Türkçenin İzini Sürenler” projemiz kapsamında bir röportajla yapıyoruz. Ahmet Aydın’ın, -babası Polonyalı, annesi Ukraynalı ve kendisi de tam bir dünya insanı olan- Iryna Prushkovska ile gerçekleştirdiği bu söyleşi sayesinde bizler de kıymetli bir Türkolog daha tanımış oluyoruz. “Türkçeye ve Barışa Adanan Bir Hayat: İrina Prushkovska” başlığıyla yayımlanan röportajdan, İrina Hanım’ın, Türk yazar ve şairlerle ilgili bakış açısını yansıtan kısa bir alıntı söyle: 

“Türk edebiyatı çok zengin bir dil. Benim 15 yıl önce okuduğum eserler, beni hâlâ etkileyebiliyorsa bunun gücünü bir düşünün. Son 10 senedir, daha çok Türk tiyatro eserlerini ve şiirlerini okuyorum. Mesela Cemil Meriç, beni etkileyen isimlerden biri. 20. yy başında Türk kimliğiyle ilgili derin eserleri olan bir mütefekkir o. Meriç’teki “Farklı kültürlerden faydalan ama kendi kimliğini kaybetme!” düşüncesi, harika ve olağanüstü geliyor bana. Yine son zamanlarda Yusuf Bal’ın görsel şiirleri de beni etkileyen eserler arasında. Şiirlerindeki anlam derinliği ve görselliği harika olan bir şair.”

Kelimelerle oynamak, onların farklı anlamlarından yola çıkarak bir tema kurgulamak hangi yazı türüne en çok yakışır diye sorsak ne derdiniz? Sizin cevabınızı yorumlarda öğrenme fırsatı bulabiliriz. Fakat biz burada şiire çok yakıştırdığımızı belirterek Emily Yaramis’in “Düştü” şiirini takdim etmek istiyoruz. İki hecelik bir fiile sığan anlam hazinelerine biz hayran kaldık. Siz de 

“ömür bir düştü

hem de acılı gülüştü

piranalar deryasında ak kalmak da düştü

candan cana can olanlar 

canımdan düştü”

dizeleriyle başlayan bu güzel şiiri okuduğunuzda bize hak vereceğinizi düşünüyoruz.  

Şiirden söz açılınca edebiyat tarihimizin her dönemine damgasını vuran o kadar çok üstat var ki… İşte sıradaki biyografi yazısı ile onlardan birisini anıyoruz: Yenilikçi Bir Şair-i Azam: Abdülhak Hâmid Tarhan. Hâmid, yetiştiği edebî muhitte nasıl tesir icra etmiş, Türk şiirine ne gibi yenilikler getirmiş? Bu usta şairimizi, vefatının 87. yıl dönümünde Hızır İlyasoğlu’nun ağırbaşlı kaleminden okuyor ve aşağıda yer verdiğimiz kısa bölümde olduğu gibi ona dair birçok sorunun cevabını buluyoruz:

Hâmid, mensur ‘Makber Mukaddimesi’ ile ‘Bir Şairin Hezeyânı’ ve ‘Nâkâfî’ adlı manzumelerinde kendini merkeze koyup ilhamına bağlı kalır. Onun ‘Nâkâfi’ manzumesi, ‘Makber’ şiirine yapılan eleştirilere bir cevaptır. Aruz kalıbı, aliterasyon, asonans, kafiye ve redif ile ritim yakalayan Hâmid, bu ritim unsurlarıyla anlam arasında bağlantı kurmayı başarır. Örneğin Makber’deki şu beyitler bunun güzel bir örneğidir:

Sür’atle nasıl da değişti hâlim,

Almaz bunu havsalam, hayalim.

Çık Fatıma! Lahdden kıyam et,

Yadımdaki hâline devam et.”

Şimdi de gözlerimizi Tanzimat Dönemi’nden alıp bir çeviri hikâyeye yöneltiyoruz. Gennady (Henrick) Gergardoviç Dick’e ait olan ve “Sonuçları Düşünmek” adını taşıyan hikâye şöyle başlıyor: “Cücelerin yaşadığı Runi isimli yer altı şehrinde ulaşım için kullanılan beş tünel hattı vardı. Konveyörler (taşıma bantları) o karanlık geçitler boyunca her tarafa uzanmaktaydı. Yer altı şehrinin sakinlerinden biri, bir akrabasına veya arkadaşına gitmek isterse bandın üzerine atlayıp istediği yöne gidiyordu. Aynı bant, her türlü eşyanın taşınmasında da kullanılıyordu. Yürüyen merdivenler bir konveyörden diğerine çıkıyordu. Cücelerin yaşadığı evler ise bantların iki yanına sıralanmıştı…” Bir yandan farklı coğrafya ve kültürlerin havasını estiren bir öykü okuma hazzına ermenin, diğer yandan da İbrahim Türkhan aracılığı ile bir yazarı daha tanımanın hepimiz için güzel bir fırsat olduğu kanaatindeyiz.   

Abdülhak Hâmid Tarhan’da da gördüğümüz üzere şiir sanatı, yüzyıllar boyunca çok fazla değişikliklere uğramış, biçimden biçime evrilmiş. Bunun sonucu olarak da kendinden sonra gelen akımlar tarafından zaman zaman acımasız tepkilere maruz kalmış. İşte bu bağlamda, şiir sanatının kıyılarında küçük çaplı bir serzeniş diyebileceğimiz ve aşağıda kısa bir bölümünü paylaştığımız  “Dargın Kurgu” adlı şiirimiz var sırada: 

“sığ yamaçlarda hayalperest kahraman

kır efsanesi düzmede dünden kalan

       daldan dala konmada aylak sözcükler

       büyükler küçük, büyümede küçükler 

kayıp gitmede derbeder taş ve toprak

kaygan yerde ne redif kalmış ne uyak”

Birbiri ardınca gelen eserlerimizle de bire bir örtüşen bir yazıya geçiyoruz şimdi. “Ses ve Mevzu” başlıklı bu eser, Helezon’da farklı türlerde eserlerini okuduğumuz Doğan Yücel’e ait. Yazarımızın bu çalışması, aşağıya aldığımız giriş bölümünden ta sonuna kadar, okuyan ve yazan herkes için yol gösterici nitelikte bir makale:

 “İyi bir edebî metin ortaya koyabilmek için birçok farklı unsuru bir araya getirmek gereklidir. Başlık seçimi, konunun sunumu, bir düzen ve ahenk içinde metnin akışı, selaset (akıcılık), açık bir üslup ve parçanın da bütünle uyumlu olması gibi edebî özelliklere dikkat edilmiş olması lazımdır. Konuya uygun seslerin ve kelimelerin seçimiyle zaman vb. bakımlardan anlaşılır bir dil seçimi gibi hususlar da iyi kaleme alınmış bir metnin hususiyetlerindendir. Saussure ise bir metnin lisan ve edebiyat değerinin ölçüsünü üstte sayılanların dışında bir yapı olarak ele alınması görüşüyle metin tahlilinde yeni bir çığır açmıştır. Ona göre metin, parçalardan meydana gelen bir bütündür.”

Bizim ne güzel tebrik kartlarımız vardı değil mi? Eşimizi dostumuzu hatırladığımız, birbirimizin özel günlerini ve bayramlarını kutladığımız… Kaligrafi sanatçısı Erdem Uzun, “Bayram Tebriği” kaligrafi eseriyle bize böylesi bir nostalji yaşatıyor:

“Bayram; berekettir, kavuşmaktır, paylaşmaktır, hatırlamaktır.

Bayram; dostluktur, barışmaktır, ziyarettir, özlemektir.”

Bu harika görselin ardından bir düzyazı okumaya ne dersiniz? Adem Yağmur imzasını taşıyan eser, “Yoğun Bakım” başlıklı bir anı yazısı. Kendine özgü duygu yoğunluğuna ve etkiye sahip olan hatırayı, âdeta bir film izler gibi okuyoruz: “Sesli düşüncelerini hastane odasında sadece kendisi duyuyordu. Eğer bir gün sana da ölmek yaşamaktan güzel gelirse, sen de ölmek istersin ve beni o zaman anlarsın. Bir ölüm gelip yanaşır yamacına, tutar elinden ve “Hadi gidelim!” der. Gitmez misin? Gidersin. Dokununca ölümün lepiska saçlarına, bütün duyguların yetim kalır…” 

Birbirinden güzel iki eserle üçüncü nisan sayımızın sonuna doğru yaklaşıyoruz. Onlardan biri, Tahsîn-i Kelâm’ın “Titreşim” adlı şiiri. Şiir, anlam katmanları arasında, imgeden imgeye uzanan bir yolculuğa çıkarıyor sanki okurunu:  

“Son travmayı da gömdüm

Sıradaki volkanımın eteklerine.

Kartal naralarını bastıran

Amansız haykırışlardan

Krater gölü sükûnetine geçtim

Bir çise konması inceliğinde.”

Mehmet Bozdağ’ın “Aşk Selamı” adlı lale motifli ebru çalışması, 30. sayımızın arka kapak görseli olarak yerini almış durumda. Biz de bu harika çalışma ile sizlere veda ederken bütün sanatçı, şair ve yazarlarımıza; kıymetli emeklerini esirgemeyen yayın kurulumuza; son derece gayret ve itina ile çalışan görsel tasarım ve sosyal medya ekibimize çok teşekkür ederiz. Sağlık ve mutluluk içinde, sevdiklerinizle birlikte nice bayramlara… İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!