Helezon, bundan tam 2 yıl önce yayın hayatına başladı. Yola çıkarken dünyanın değişik coğrafyalarındaki edebî renkleri bir araya getirmeyi ve hayata yeni bir ses ve nefes olmayı gaye edindi. Çağı okuyan sanat çizgilerini ve farklı fikirleri, Helezon kıvrımlarında görsel bir şölene dönüştürmeyi düşledi. Yeni ve özgün kalemlerin izinde, mütevazı adımlarla kıtalar arası esintiler taşıyan projelerini kurguladı. 

Dün, bugün derken Kasım-2023 sayısıyla birlikte 2 yaşını doldurdu. Bugüne değin 25 sayıya ulaştı ve bu sayılarda biyografiden denemeye, şiirden hikâyeye, kaligrafiden ebruya kadar birçok türde esere kucak açtı. Dolayısıyla bu yazılarda onlarca yazar, şair ve sanatçının imzası yer aldı. Dahası projelerle röportajlarda, eserleriyle adından söz ettirmiş olan konukları ağırladı. Bugünden sonra da gayesinden ödün vermeden, hayallerine toz kondurmadan, azim ve kararlılık içinde yürümeyi ümit ediyor.    

Helezon dergisi olarak “Bu duygu ve düşünceler, en güzel biçimde nasıl ifade edilir?” diye düşünürken Meryem Tunca, güzel bir kaligrafi çalışmasıyla sorumuza cevap veriyor: “Helezon 2 Yaşında.” Biz de 3. yılın ilk  sayısını, bu harika eserle takdim etmeye başlamış bulunuyoruz.  

 Bir edebiyat dergisi olur da edebiyat dünyasına damgasını vurmuş isimlerden, yeri geldikçe söz etmemek olur mu? Bu bağlamda hepimizin -az veya çok- tanıdığı bir isim çıkıyor karşımıza: “Edebiyatımızda İkinci Yeniyi Başlatan Şair: Sezai Karakoç”. Hızır İlyasoğlu’nun kaleme aldığı yazı, Sezai Karakoç’un Büyük Doğu’da “Sabır” ile başlayan şiir yolculuğunu anlatıyor. Yazı, bu büyük şairimizi, ikinci vefat yıl dönümünde anmak ve onu daha iyi tanımak için oldukça önem taşıyor.  

Edebiyat dünyasına damga vurmuş önemli isimlerden birisi de merhum Bahtiyar Vahabzade. Şairin bütün şiirleri gibi “Ümit” şiiri de övgüyü hak ediyor. Erdal Karaman’ın Türkçeye uyarladığı ve: 

“Korkmam, düşmanım binlerce olsun. 

Ne yapabilir bana?

Şöhret senin olsun,

Ad senin olsun

Ümit ver bana!” dizeleriyle başlayan şiiri okurken ümitlerimizin canlandığını hissetmemek mümkün mü? 

 Bu şiiri, bir de güzel bir sonbahar manzarasında okuduğumuzu düşünelim. Sararmış, yaprak döken ağaçların altında ve masallardan fırlama bir kulübenin önünde. İşin garibi sararmış ağaçlar da dört mevsim yeşil kaldığını düşündüğümüz çam ağaçları. Yıllardır zihnimize yerleşmiş olan bir algıyı değiştiren bu fotoğraf, Emre Ozan’ın kamerasına şu öyküsüyle birlikte yansımış: “Sarı’l Dünyaya”

Böyle muhteşem bir fotoğraf karesinde gezinirken bir görsel şiirin içinde buluyoruz kendimizi: “Sıfırda Kal” diyor, bu harika eser bize. “Ağır ağır çıkacasın bu merdivenlerden” diyen şaire inat, acaba hep sıfırda mı kalmalıyız? Nedir bu sıfırın gizemi böyle? Etkisiz midir yoksa girift anlamlarla mı yüklüdür? Peki, Elif Altıntaş, görsel şiirinde sıfıra nasıl bir anlam yüklemiş olabilir sizce?  

Bu kez de isterseniz sanatın bir dalından diğerine çevirelim yönümüzü. Müziğe mesela. Müziğin de farklı zamanlardaki değişik tarzlarına kulak kabartalım. Kimler gelir geçer gözümüzün önünden? Cihangir Asyalı, “Yorgun Kuğuların Aşkı” yazısıyla bakışlarımızı Dimash Kudaibergen’e çevirmeyi başarıyor. Bu ismin, ilk gençliğinde başlara taç edecek bir yıldız yapan hüneri ne olabilir?” diye düşünürken yazının tamamını bir solukta okutacak şu satırlar dikkatimizi çekiyor: “Daha şimdiden müzik dünyasına mührünü vuran Dimash; Elvis Presley, Michael Jackson, Ümmü Gülsüm, Celine Dion ve Andrea Bocelli gibi ses abideleri arasındaki yerini çoktan alarak geleceğe emin adımlarla yürümektedir. Aldığı eğitim, aileden gelen yetenek ve zarafeti bir yana, onu böyle kıymetli kılan şey o enfes sesidir. ”

Ses, yalnızca müziğe ait değil şüphesiz. Söz gelimi şiirin de kendine özgü bir sesi var. Esasen sesiyle, manasıyla duyguların tercümanı değil midir şiir? Bu duygular ister mutluluk saçsın isterse de gözyaşı akıtsın. “Kelimeleri bilir misin beyim? / Şairin can yoldaşı hani…” diyen Tahsîn-i Kelâm, adını “Tercüme” koyduğu şiiriyle hangi duygulara tercüman olmuş dersiniz? 

Sıradaki eser; kurgusu, dili ve üslubuyla keyifle kendini okutacak türden. Yazarı Semih Yılmaz. Şaşılacak yepyeni bir şeyle karşılaştığımızda “Bir yaşıma daha girdim.” deriz ya hani. “Ölü Toplayıcısı”, işte o türden şaşkınlık yaşatabilecek bir mesleğin hikâyesi: “Şaşkın gözlerle tekrar tekrar sorduğumda aldığım cevap hep aynıydı: Mark’ın mesleğinin “ölü toplayıcısı” olduğunu öğrenmiştim. Yüzümdeki garip ifade onu neşelendirmiş, gözlerini kısıp hafif tombul göbeğini Noel Baba gibi hoplatıp gülmeye başlamıştı: “Kusura bakma dostum! Ne iş yaptığımı kime söylesem senin gibi apışıp kalıyor, bu da beni biraz neşelendiriyor işte.” derken hâlâ gülmeye devam ediyordu. ”

Bu hikâye ister istemez ölümü düşündürmüyor değil. O düşünceleri çağrıştıran biraz da onu takip eden şiir: “Kimsesiz Ceset Hislerim. ” Hislerinin yalnızlığından yakınan herkes, Nazan Biçer’in kaleme aldığı şiirde kendini bir nebze de olsa bulabilir: 

“Ağlamasam yük olur kalbime

Ağlasam tufan olur, helak olurum bu şehirde

Kimsesiz ceset hislerim

Cenaze arabası yüreğinde” 

Bu duygular gelgitinden sonra yaşamın ne kadar güzel olduğunu bir kez daha hissediyoruz. Hele ki dolu dolu ise o hayat. Tıpkı “Agiemin Baubec” gibi. Doğan Yücel, bu ayki yazısında, üniversite kürsüsünde elli yıldan fazla hocalığının yanında, zamanının büyük bir kısmını sözlükler yazmaya ayırmış olan Romanyalı Türkoloğu tanıtıyor. Türk Dili ve Diyalektolojisi bilim dalında Romanya’da ilk doktor ünvanını kazanan, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı tarafından, 2008 yılında verilen Türk Dünyası Türk Dili Şeref Ödülü’ne layık görülen bu kıymetli Türkolog hakkında bilgi sahibi olmak gerçekten bir ayrıcalık.  

Bu ay okuyucusunu -mevsimin etkisinden olmalı- ara ara farklı manzaralara alıp sürükleyen eserler var.  “Sessiz  Ormanda” onlardan biri. İbrahim Türkhan, bizi Nepal edebiyatından “Til Kumari Sharma’nın “In The Silent Forest” şiiriyle buluşturuyor: 

“Yaprakların dansı sürerken 

Erir de erir karanlık orman…”

Geçen sayıda büyük bir ilgiyle okuduğumuz “Löküs Lambası” yazısını hatırlarsınız. İşte Feride Akdağ, harika bir doğanın ortasındaki o löküs lambası ışığında anlatılan bir hatırayı kaleme almış. Yazı, nefes nefese takip edilen bir film tadında: Anlatırken anneannem başını hiç kaldırmıyordu. Löküs lambasının ışığında, o tek göz odada herkes sessizdi. Arada dedem boşalan çay bardaklarını dolduruyordu. Anneannemin ve çay kaşıklarının çıkardığı ses birbirine karışıyordu. Gözlerinden yanaklarına inen yaşları eteğine damlıyordu. Bense ilk defa duyduğum bu hikâyeye kaptırmıştım kendimi.” 

Hayatı koşar adımlarla yaşarken kıymetini bilemediğimiz ya da varlığını fark edemediğimiz o kadar çok şey var ki… Gazel tarzında kaleme almış olduğumuz ve “Hayat yolu akar durur, silinmez / Cisimle ruh nihan olur, bilinmez.” beytiyle başlayan “Bilinmez” şiiri belki de böylesi bir serzenişin tercümanı olabilir.

Son olarak Ayşe Beçene, “Girdaptan Çıkış” adındaki zarif ebru görseliyle Helezon’a ikinci yaş gününde renk katıyor. Biz de 25. sayımızla birlikte bugüne kadarki bütün yayınlarımıza katkı sağlayan sanatçı, yazar, şair ve özellikle yayın kurulumuza çok teşekkür ederiz. Siz de hem okur hem de yazar olarak bu derginin bir bireyi olabilir; farklı ülkelerin edebiyat, kültür ve sanat eserlerini özgün kaleminizle sunabilirsiniz. Yepyeni sayılarla nice senelerde buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!