-Sekiz, dokuz, on. Yataktan metal dolaba on adım. Odamız tam seksen adımkare babacım!

Şükran, gittiği her yerde mesafeleri dakika ya da metre hesabıyla değil adımlarıyla ölçerdi. Evlerinden otobüs durağı yedi yüz yirmi adım, manav dört yüz üç adım, market bin yirmi adımdı. Her defasında baştan sayar, birlikte yürüdüğü kimse varsa onu konuşturmaz, kendi de konuşmazdı. Bu durum ailede alay konusu haline gelmişti. Yeni geldiği odayı da adımları ile ölçünce babasından yine utandı. Düşen kalın kaşları, ince çizgi haline gelen mavi gözleri ile boynunu bükerek hareketsiz yatan babasına döndü;

– Abim benle hep dalga geçiyor ama mesafeleri adımlarımla ölçünce kendimi daha güvende hissettiğimi anlamıyor, dedi omuzlarını silkerek.

Odayı gözleriyle süzdü. Oda geniş olmasına rağmen içinde çok az eşya vardı. Demir yatak, metal dolap, boyaları dökülmüş komodin, önceki renginin ne olduğu anlaşılmayacak kadar kirli tek kişilik koltuk ve döşemesi sökülmüş ahşap bir sandalye. Bu geniş oda büyük camları sayesinde oldukça aydınlıktı. Şükran en çok bundan rahatsız olmuştu. O, güneşi değil karanlığı severdi. Kalın perdeleri çekerken havalanması için camları açmak istedi. Kilitli olduğunu görünce öfkeyle söylenmeye başladı,

– Allah Allah ya, havalandıramayacak mıyız biz bu odayı? Odanın neden böyle çürük yumurta gibi koktuğu anlaşıldı. Tavandaki şu küçücük cihaz ne yapsın kocaman odaya? Böyle saçma şey mi olur? Sanki kendimizi aşağıya atacağız! Sen merak etme babacım. Görevli ile konuşup hallederim ben. Aman diyim! Sen sakın sinirlenme baba! Lütfen, sinirlenmek yok, dedi. 

Ahşap sandalyeyi yatağa doğru çekti. Babasının yastığını düzeltti. Üzerini örttü. Gür, beyaz saçlarını okşarken ‘‘İyi olacak baba, her şey çok güzel olacak.’’ diye fısıldadı. Sargı bezlerine sarılı elleri ile siyah elbisesini toplayarak sandalyeye oturdu. 

– Küçükken en sevdiğim şey, gece misafirliğe gidip orada uyuyakaldığımda, dönüşte beni sırtında taşımandı. Kollarımla sıkı sıkı boynuna sarılınca kendimi tek başına Voltran gibi hissederdim. Aslında hiç birinde uyumazdım biliyor musun? Anlayacağın, uyuyor numarası yapmak nasıl olur iyi bilirim. Senin de uyumadığını biliyorum baba. O yüzden, sadece ben konuşacak olsam da seninle muhabbet edeceğim. Yoksa burada zamanımızı nasıl geçireceğiz değil mi, diyerek söze başladı. 

Gevşeyen tokasını eline aldı. Uzun siyah saçlarını sıkı bir topuz yaptı. Babasının elini elleri arasına alıp öptü. 

– Bu ellerle az mı ördün saçlarımı? İlk okulda bitlendiğimde bile annem çabuk sinirlenir, bana kızar diye sen kurtarmıştın beni bitlerden. Sadece bitlendiğimde mi? Abimi ve beni kaç kez kurtardın annemizin elinden? ‘‘Sen dur Hatun! Yorulma! Onları ben döverim!’’ diyerek bizi odaya kapatırdın, döver gibi sesler çıkarırdın. Biz de sıkı sıkı kapatırdık ağzımızı kıkırdamalarımız duyulmasın diye. 

O günleri anarken gözleri doldu. Sıkıca kapattığı rengi solmuş kalın perdenin üzerinde çocukluğu bir film gibi akıyordu sanki. Derin nefesler alıp vererek uzun uzun daldı. Kendine geldiğinde komidinin üzerinde duran beyaz plastik sürahiden bir bardak su doldurdu. Kokudan, sürahinin uzun süre önce doldurulduğu anlaşılıyordu. Tamamını bitiremedi. Bardağı öfkeyle komodine çarparken ‘‘Buradan bir an önce çıkmamız gerek baba. Baksana, su bile içemiyoruz,’’ dedi. 

Sinirli adımlarla volta atmaya başladı. Orada kalmak istemiyordu. Şartlar çok kötüydü. Ne kendisi, ne babası bu odayı hak etmiyordu. Hem neden evlerinde kalamıyorlardı? Bunun bir orta yolu olmalıydı. Hareketsizce yatan babasının yanına geldi. Sakinleşti. Küçük bir öpücük kondurdu yanaklarına.

– Sen bizim için her zaman en iyisini yaptın baba. En kaliteli okullarda okuttun. Pahalı restoranlarda en lezzetli yemekleri yedirdin. Kıyafetlerimiz herkesinkinden güzeldi. Kocaman çocuklar olduğumuzda bile bizi ellerinle besledin. Üniversite sınavını kazandığımda aldığın arabayı hala kullanıyorum. Abim de ben de senin çocuğun olmakla gurur duyduk hep. Sen, dünyanın en kıymetli babalığını bize yapmışken bu hastane odasında kalmana müsaade edemem! Abimle konuşacağım. Hemen başka bir hastane ayarlamalı! Ya da evimize dönmeliyiz. Böyle olmayacak.

Şükran, çantasından telefonunu almak için metal dolaba yönelmişken abisinin iki kat aşağıda doktorun odasının kapısında beklediğinden habersizdi. 

Abisi Serkan, mevsim yaz olmasına rağmen geniş koridorda tek başına beklerken titriyordu. Ellerini kollarına sürterek ısınmaya çalıştı. İçeride anlatacaklarını kafasında döndürüyor, eksik bilgi vermemek için hafızasını tekrar tekrar yokluyordu. Kucağındaki pembe karton dosyada bir önceki doktorun bu hastaneye sevk ederken verdiği raporlar duruyordu. Anlamadığı tıbbi terimler sinirlerini daha çok bozduğu için dosyanın kapağını bile açmıyordu. Hemşirenin, ‘‘Serkan Bey, buyrun! Doktor Hanım sizi bekliyor.’’ çağrısı ile hızla ayağa kalktı. Buruşmuş çizgili tişörtünü çekiştirerek düzeltmeye çalıştı. Kapıyı çalarak içeri girdi. Elindeki dosyayı Doktor Hanım’a uzatıp deri sandalyeye oturdu. Hantal ve eski mobilyalar küçük odaya boğucu bir hava mı veriyordu, yoksa kendisini boğulacak gibi mi hissediyordu? Seçemiyordu. 

Doktor Hanım konuşmaya başlamadan önce dosyayı inceledi. Siyah, kalın çerçeveli gözlüğünü burnu üzerinde geriye iterek düzeltti. Ellerini masa üzerinde kavuşturarak Serkan’a döndü.

– Serkan Bey, öncelikle çok geçmiş olsun. Hastamızın hikâyesini bir de sizden dinlemek isterim. Siz neler anlatmak istersiniz?

Serkan, dakikalardır kafasında döndürdüğü konuşması bir sunum metni gibi hazır olmasına rağmen, önce duraksadı. Önünde duran bardaktan bir yudum su alıp anlatmaya başladı. 

– Kardeşim Şükran, çocukluğundan beri kendini kandırıyor. O zamanlar biz bunu küçük bir oyun gibi görüp Şükran mutlu oluyor diye çok sesimizi çıkarmadık. Ah ah! Cahillik işte. Nereden bilelim durumun ciddiyetini? Sonradan anladık meğer ne büyük hata etmişiz.

Doktor Hanım, biraz daha ciddi bir ses tonuyla Serkan’ın sözünü böldü. 

– Çocukluğundan beri dediniz. Bunu biraz daha açar mısınız? 

Serkan, göz kapaklarıyla mavi gözlerinde hazır bekleyen yaşların akmasına engel olmak ister gibi onları neredeyse hiç kırpmıyordu. Pişman ve suçlu bir ses tonuyla anlatmaya devam etti.

– Doktor Hanım, bizim babamız çok sinirli bir adamdı. Evde olduğu zamanlarda neye sinirlenip ne zaman bağıracağı hiç belli olmazdı. Önünde konuşmaya bile korkardık. Ah canım annem, babam evde bağırmaya başladığında bizi alır odaya kapatır, bizi döver gibi sesler çıkarırdı. Bizi ondan böyle korurdu. Babamızdan hiç şefkat görmedik. Bir kere başımızı okşamadı. Böyle bir evde büyüdüğümüz halde bizim Şükran, okulda arkadaşlarına, kuzenlerimize babamızın onun saçlarını nasıl ördüğünü, uyurken sırtında taşıdığını, elleriyle bize yemek yedirdiğini anlatırmış. 

Serkan, gözyaşlarına engel olamıyordu artık. Elindeki peçeteyle yüzünü kurularken anlatmaya devam etti.

– Kardeşimin babam tarafından sevildiği tek yeri, yalan dünyasını elinden almak istemedik. Çocuktur, geçer dedik. Büyüdükçe de öyle olduğunu zannettik. Nereden bilecektik başımıza gelecekleri?

Doktor Hanım ise bir yandan Serkan’ı dinliyor, bir yandan önündeki deftere kısa ve hızlı notlar alıyordu. Kafasını defterinden kaldırıp;

– Lütfen devam edin Serkan bey. Bunları konuşmanın sizin için de kolay olmadığının farkındayım ancak anlattıklarınız tedavi sürecimiz için çok önemli, dedi.

Serkan, hızlıca toparlandı.

– Yeter ki kardeşim iyi olsun, ne gerekirse yaparım Doktor Hanım. Şükran’ımın güzel yüzü gülsün eskisi gibi, daha ne isterim Allah’tan? Şimdi Doktor Hanım, bizim peder geçtiğimiz ay ani bir kalp krizi ile öldü gitti. 

– Başınız sağ olsun!

– Sağ olun, dostlar sağ olsun! Ne diyelim, Mevla taksiratını affetsin. İşte o günden sonra Şükran yavaş yavaş tuhaflaşmaya başladı. Salona girip koltuğa oturmak istediğimde, ‘‘Dur, orda babam uyuyor!’’ diye oturtmaz, biraz ses olsun, ‘‘Sessiz olun, babam uyuyor!’’ der, kızardı. 

Doktor Hanım araya girerek,

– Öldüğü için mi uyuyor diyor?

– Ha, yok yok! Biz babamızdan sadece o uyurken korkmazdık. Bir o zaman rahattık, bir de evde yokken. Hatta bizim kız babamdan korkusuna adım adım saymış evimizden çıkınca saklanabileceği yerleri. Sonra alışkanlık oldu, her yere adımlarını sayarak gitti deli kız!

Ağzından çıkan son kelime ile acı bir tebessüm ederek devam etti. 

– Esas film dün akşam koptu Doktor Hanım. Meğer bizim pederin annemden başka bir karısı, bir de çocuğu varmış. “Mirastan pay isteriz.” diye almış yanına kızını, elinde fotoğraf albümü ile gelmiş kadın. Bir görseydiniz! İkisi de nasıl ağlıyor utanmadan bizim yanımızda. Gerçi, on yaşında sabinin bir günahı yok ama sinirleniyor insan işte. Bizim, babamızla hiç gitmediğimiz pikniklerin, tatillerin; birlikte yiyemediğimiz o keyifli yemeklerin fotoğrafları hep kadının elinde. Hiç yaşamadığımız çocukluğumuzu almış avuçlarının arasına, öylece yaydı odanın ortasına. O anda evde çıkan arbedeyi hiç anlatmayayım. Kavga, dövüş gönderdik bunları evden. Ortalık toz duman, bir bizim Şükran put gibi duruyordu. Ben annemi sakinleştirmeye çalışırken, Şükran ‘‘Başka bir çocuğu sevmiş, başka bir çocuğu çok sevmiş. Gördün mü abi?’’ diyerek hızla kalktı yerinden. Sonra da ‘‘Bizim suçumuz neydi?’’ diye bağıra bağıra evdeki camı çerçeveyi indirdi. Evde kaç kişiydik, inanın zor sakinleştirdik kardeşimi. Kanaması çok olunca apar topar acile gittik. Kaydını yaptırıp yanına gidince şok oldum. Bizim kız, yanındaki hemşirelere de çocukluğumuzda yaptığı gibi babamızı anlatıyordu. Güya peder ona araba almış. Tövbeler olsun! Neyse işte, oradaki ilk muayenelerden sonra buraya sevk ettiler. Bugün yaptık yatışını.

Serkan, her şeyi anlatmanın verdiği hafiflik ve yaşadıklarının ağırlığı arasında sıkışıyordu. Doktor Hanım’la tedavi süreci ile ilgili konuştuktan sonra, kardeşinin eşyalarını almak için yola çıktı. Anneciğine, Şükran’ını akıl hastanesine yatırdıklarını nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. ‘‘Ah be peder!’’ dedi. ‘‘Öldün gittin ama biz hala enkazını toplamaya çalışıyoruz.’’