Bir haziran ayı idi. Çalıştığımız şirketin müdürü, yaz öncesi ortak bir faaliyet yapmak istedi. Yürüyüşe katılım gönüllüydü. Çocukken tarlada çalışmaya ve çobanlığa gittiğim zamanları saymazsak neredeyse çeyrek asırdır dağlarda bu denli yürümemiştim. Birkaç arabayla Saraybosna’dan yarım saatlik bir yolculuğa çıktık. Umoljani köyünde mola verdik. Yürüyüş öncesi köydeki bir lokantada kahvaltılarımızı yaptık. Yürüyerek ulaşacağımız Lukomir, Bosna Hersek’in Konyits belediyesine bağlı bir yerleşim yeri olup Byelaşnitsa’nın güney yamaçlarında ve deniz seviyesinden 1.495 metre yükseklikte yer alan bir dağ köyü. Köy, ülkedeki en yüksek rakımlı yerleşim yeri ve 1.300 m’nin üzerindeki tek yer. Arabaları lokantanın bahçesine bıraktıktan sonra yürüyüşe çıkacak arkadaşlarla birlikte yola koyulduk. İlk kısım dik bir yokuştu ama güzergâh asfaltlanmıştı. Ben de yol epey öyle gidecek diye düşündüm. Biraz ileride yol düzleşecek ve yürüme kolaylaşacak, dedi arkadaşlar. Öyle de oldu. Bir gün önce yağmur şiddetli yağmıştı ve tabiat çok canlıydı.
Dağın üst kısmında birkaç kilometre uzunluğunda tekneye benzer bir düzlük var. Dağın yoldan ilk inişteki yamacında eskiden kalma bir köydeki evlerin örenleri ve hatta aşağı kısımlarda tarla sınırları dahi görülebiliyor. Yani yakın zamanlara kadar buralarda yerleşim varmış. Dümdüz uzanan çayırlar ve onların ortasından akan güçlü bir su karşılıyor gelenleri. Papatyadan mayıs çiçeğine binbir çeşit kır çiçeği, kuzukulağından kekiğe sayısız şifalı otlarla kaplı bir otlak eşlik ediyor yürürken. Adımlarımı atarken yüzlerce belki binlerce yıl boyunca buradaki insanların sevinçleri, hüzünleri, doğumları ve ölümleri hayali birer silüet gibi zihnimden geçti. Kim bilir nelere sevinmiş, nelere kızmışlardı? Onların da hayatlarında istikballerine dair ümitleri ve hayalleri vardı. Nelerin rüyalarını görmüşlerdi? Sınırlar için karşı karşıya gelmiş, hayvanları yüzünden tartışmış, birbirlerini çekemedikleri anlar olmuştu? Onlar da insandı ve bizimle aynı duyguları taşıyorlardı. Sevmişler ve sevilmişlerdi. Bu duygular içinde çayırı hızlı adımlarla katettik.
Düzlüğün sonuna doğru önce hafif meyilli bir arazi yer alıyor. Sonrasında ise uçuruma benzer diklikte bir Rakitnitsa Vadisi’ne varılıyor. Öncesinde birkaç arkadaş çay molası vermişler. Onlara yetiştik. Birer bardak çay ve birer avuç kuruyemiş sonrası yola tekrar revan olduk. Dağ yürüyüşü yapanların yaralanma ve yolda kalma gibi durumlarda kolay bulunabilmesi için güzergâh boyunca işaretler mevcut. Çayırlık alanın sonrasında biraz bayırlık ve taşlık kısım yer alıyor. Burada sağımız ve solumuz meşelik. Meşelerin gölgelerinde dağ çilekleri arzıendam ediyor. Az daha ilerleyince kelimenin tam manasıyla nefes kesen manzarasıyla bir tabiat harikası Rakitnitsa Vadisi. Yukarıdan bakıldığında insanı ürperten bir derinlik. Karşı yakada 150 metrelik inceden akan derenin dökülen sularının meydana getirdiği bir şelale. Güzergâh kenarında 4-5 metre yükseklikte bir kaya var. İnsanlar, bu kaya üzerine çıkıp kanyonun fotoğrafını çekiyorlar. Biz de aynısını yaptık.
Meşeliklerin bitiminde yol üzerinde dimdik bir bayırda yürüyüşe devam ettik. Orada da neredeyse örenleri bile kaybolmuş bir köy arazisi karşıladı bizi. Sadece eski bir din büyüğünün kocaman mezar taşı, tek başına ayakta. Az ileride bu dimdik bayırın yaslandığı buz gibi bir dere akıyor gürül gürül. Dere kenarları da yeşillik ve bodur ağaçlarla kaplı. Hemen orada dere kenarına varmadan bir mantar ocağı gördüm. Zehirli olabileceği düşüncesiyle söküp bırakmışlar oldukları yere. Bunların toplanacak kadar büyük olanlarını arayıp topladım. Ayrıca yeni sökülüp çimenlere bırakılanları da aynı çalının dibine yığdım. Üstlerini geniş ot yapraklarıyla kapatıp dönüşte almak üzere sakladım. Dereden akan kaynak suyundan nasiplenip yola devam ettim. Bu arada diğer arkadaşlar yolda eğlenmediklerinden epey ilerlediler. Ben bir taraftan su içeyim diğer taraftan otlar mantarlar derken oldukça geride kaldım.
Dereyi geçtikten sonra bir taş üzerinde oldukça iri taze bir mantar vardı. Sonradan öğrendiğime göre bir arkadaş fotoğrafını çekmek için güzergâh üzerindeki taşın üstüne koymuş. Mantarı da cesaret edip alamamış. Etrafı epey aramama rağmen başka bir mantar bulamadım. Onu da yakındaki bir çalının altına gizledim. O sırada köyden davar sürüsü geldi. Hava da ısındıkça ısındı. Sabahleyin dağ üzerinde hava serin olur düşüncesiyle kalın eşofman giymiştim. Eşofman sıcakta iyice ağırlaşmaya başladı. En son dereden doldurduğum şişedeki su da bitti. Güneş de son yokuş yolda tepeme iyiden iyiye geçmedeydi. Tabelada 15 dakika yazıyordu. Son bir gayretle yürüyeyim dedim. Köyden geri dönen Alman turistlere sordum kalan mesafeyi. Onlar da 15 dakika kaldı, dediler. Az daha ileride köşeyi dönünce köyden meşhur saclı çatılarıyla birkaç ev gözüme ilişti. O ana kadarki yorgunluğun üzerine bu taşlık yokuş başta rahat olsa da devamında epey zor geldi. Bir ara yolun sonunu getiremeyeceğim sandım. Sıcak ve yorgunlukla gözlerim hafiften kararma emareleri gösterdi. Ara ara sızan dere sularını içe içe ve yoldaki taşlara oturarak dinlene dinlene köye vardım. Köyün evlerinin olduğu arazi nispeten düzlük. Çeşmeye ulaştım. Bir arkadaş beni görüp koluma girmek üzere yanıma geldi. İyice kafayı gözü yıkayıp soğuk suyu içtikten sonra biraz kendime geldim.
100 metre kadar ileride diğer arkadaşlar lokantadan el salladılar. Lokantanın girişinde telefonlarla kayda alıp tezahürat yaptılar. Çok sağ olsunlar. Tabii, onlar lokantaya geleli bir saat kadar olmuş. Sacaltı börekleri yemişler, içeceklerini içmişler. Dinlenmişler ve geri dönmeye hazırlanıyorlardı. Geride epeyce peynirli, patatesli, kuşbaşılı börek kalmış. Bir sürahiye yakın su ve şerbet içip üstüne de birkaç porsiyon börek katınca yolu hiç yürümemiş gibi oldum.
Eh, artık buraya kadar gelmişken köyden de bahsedelim, değil mi? Köyde bulunan ve 14. ve 15. yüzyıllardan kalma stećaklara (taş mezar) dayanılarak, köyün yüzlerce yıl önce iskan edildiğine inanılıyor. Köyün bugünkü sakinleri, eskiden Stolats civarındaki Hersek’in Kamen ve Žulj köylerinden yazları son derece zengin otlakları sebebiyle gelen ve burada büyük koyun sürüleri besleyen çobanların torunlarıdır. Daha sonraları Gornji Lukomir’de hâlâ en kalabalık aileler olan Čomora ve Masleša’lar köye dönüşen ilk mevsimlik yaylaları inşa ederek yerleşmişler. Lukomir köyü (Gornji Lukomir), Bosna-Hersek’in millî kültür mirası ilan edilmiş. Lukomir köyü 46’sı konut, 49’u ticari ve eski bir okul binası olmak üzere 96 yapıdan meydana gelmektedir. Vlaško groblje sahasında 18 stećak’lı bir nekropol ve dokuz stećak’lı bir nekropol de bulunmaktadır. 1871’de 317 olan nüfus günümüzde oldukça azalmıştır. Nenad Đurić’in 2006’da başrollerinde Aleksandar Seksan, Haris Burina, Nada Đurevska, Jasna Diklić’in de bulunduğu Nebo iznad krajolika yani “Yeryüzündeki Gökyüzü” filmi Lukomir’de çekilmiş. Aralık ayında ilk karın yağmasıyla birlikte, nisan ayına kadar ve bazen daha uzun bir süre kayakla veya yürümek dışında köye ulaşmak neredeyse imkânsızmış. Günümüzde dağ yürüyüşüne çıkacaklar ve tarih meraklılarının gözde turistik noktalarından biri olmuş durumda. Biz de orada birçok farklı ülkeden turistlere denk geldik. Bir kısmı buraya arabayla gelmeyi tercih ederken epey bir bölümü de yürüyerek ulaşmış.
Köyün vadiye bakan tarafındaki tepecik Rakitnitsa Vadisi’nin en güzel görüntülendiği nokta. Kimi arkadaşlar fotoğraf ve video çekerken bir ikisi de dron görüntüsü aldı. Dönüşte ilk grupla yola çıktım. Bu sefer geride kalmaya niyetim yoktu. İlk 500 metre iniş olduğundan öndeki grupla kopma olmadı. Dereye yaklaşınca yine mantar aramaya başladım. Önce ilk grupla aram açıldı. Sonra da arkadan gelenler bana meşelikte yetişti. Oraya kadar hiç dinlenmemiştim. Beraber biraz patika kenarında eğlendikten sonra yokuş başladı. Birer birer herkesin gerisinde kaldım. Yolda kurutmalık epey dağ kekiği ve kır çiçeği topladım. Sakladığım yaklaşık bir kilo mantar ve yolluk olarak paketlettiğim artan böreklerle elimde 4-5 kiloyla o mesafeyi almak durumunda kaldım.
En son bir arkadaşla ikimiz kaldık. Yavaş yavaş, dinlene dinlene devam ettik. Çayırların olduğu düzlükte ben biraz dinlenmeye durunca o da yolu bitirdi. Son yarım saati tek başıma yürüdüm. Tepedeki köye varınca müdür bey arabasıyla bekliyormuş. Benden öncekiler de geleli fazla olmamış. Gidişi 3.5 ve dönüşü 4.5 saat süren yolculuğa çok fazlasıyla değen bir gün geride kalmış oldu. İki gün bacaklarım ağrısa da…
Çok güzel bir yazı olmuş, çok teşekkürler…