“Gide gide bir söğüde dayandım dayandım,

O söğüdün allarına boyandım gelin boyandım.”

Çatlamış dudaklarından yanık sesiyle söylediği türküyü tamamlayamadan kendini sıcaktan kavrulmuş toprağa attı. Çok yorulmuştu, birazcık dinlenmenin bir zararı olmazdı.

“Gereği düşünüldü. Sanığın bir yıldan az olmamak şartıyla…” 

Hafızasında ve hayalinde hâlâ bunun gibi onlarca cümle yankılanıyordu. “Zaman, sen ne zalimsin!” diye mırıldandı. Bir yıl önceki erken emekliliğine kadar adliyenin görkemli kapısından sorgusuz sualsiz girer; elinde deriden kıyak bir çanta, kalın dosyalar ve cübbesiyle odasına yürürdü. Ama ne yürümek! Parlak rugan ayakkabısı, jilet gibi ütülü pantolonu ve gömleğiyle, vazgeçemediği bordo kravatıyla ve tabii ki mesleğinin verdiği haklı gururuyla bambaşka bir dünyası vardı… 

Ömür dediğin neydi ki? O görkemli yıllar bir bir geride kalmıştı. Şatafatlı şehir hayatını ve çok sevdiği mesleğini arkasında bırakmış; pılını pırtını toplayıp küçük kasabalarına taşınmıştı. Üstelik bakmakla yükümlü olduğu ailesi vardı. Hâl böyle olunca ilk bulduğu işe dört elle sarılmıştı. Bu devirde emekli maaşıyla geçinmek kolay mıydı?

-Hadi, bir gayret Fatih Bey’im! Az kaldı, tarlanın aşağısını da bitirdik mi fakirhaneye yolcuyuz bugün de.

Süleyman’ın sesi de ne gür bir sesti. Elindeki taş çuvalını sırtına yükleyen Fatih, bütün acılarını ve keşkelerini de çuvala yüklemiş, şimdi sırtında taşıyordu. Güneşin kavurduğu yanık tenindeki boncuk boncuk terler, yüzünden boynuna doğru akıyordu. Taş çuvalını tarlanın kenarına boşalttıktan sonra boş çuvalı tekrar doldurmak üzere tarlanın aşağısına doğru yürüdü.

“Karar! Mahkûmun içinde bulunduğu durumu göz önünde bulundurursak bundan sonraki yaşamını etkileyecek…” Kim bilir, bunun gibi kaç karara imzasını atmıştı. Şimdi kocaman bir tarlanın ortasında güneşin yakıcı sıcaklığı altında taş topluyordu. 

“Beyim su içcen mi? Yandık gavrulduk bu örenin ortasında.” diye gür sesiyle seslenen Süleyman’a elini göğsüne vurarak; “Sağ ol!” diyebildi. Kurumuş ve çatlamış dudakları artık kanamaya yüz tutmuştu. Şimdi su içerse açlıktan kramplar giren midesi daha çok ağrıyacaktı. Tarlanın sürülmüş toprağında irili ufaklı taşları temizliyordu ama aklı ve hayali hâlâ eski işindeydi. Günlük cüzi bir ücrete toplanan taşlar bir traktörle başka yerlere götürülüyordu. 

Süleyman ile amele pazarında tanışmıştı. Temiz yürekli ve saf bir adamdı. Köyündeki ailesi için para biriktiriyordu. Derme çatma bir kulübede kendine bir dünya kurmuştu. Fatih de bazı günler bu küçücük eve konuk oluyordu. Bakırdan eski bir çaydanlıkla odun ateşinde çay yapıyorlar, yine aynı ateşte patates kavuruyorlardı. Bir somun ekmeği bölüşüp eski radyonun cızırtılı sesinde karınlarını doyuruyorlardı. Fatih hayatında hiç bu kadar tatlı ekmek arası yememişti. Hele o çay yok mu? Sanki bütün yorgunluğunu alıyor, kendisini bambaşka bir âleme götürüyordu. 

Yine böyle bir sofra başında iken Süleyman merakla sordu:

-Fatih Bey’im sen niden burdasın? Ben heç anlamıyom. Goskoca devletin kapı gibi reisi benle tarlada daş toplar mı? Yok yok, var bunda bi yanlışlık!

-Süleyman Kardeşim! Boş ver sen, yorma kafanı, oldu işte bir talihsizlik. 

-Her şeye tamam beyim de başka iş mi baksak sana? Benim dayı oğlu hastanede hademe. Ona bi sorsak, böyle masa başı iş falan vardır belki. 

-Yok be Süleyman Efendi! Kâğıtlı kürekli işler artık bana göre değil. Sen kafanı yorma! Allah büyük, gün gelince bir başka kapı açar inşallah.

“Mahkemeye getirilen deliller ışığında maktulün suçu tasarlayarak ve acımasızca işlediği…”  Verdiği böyle binlerce karar sonrası nasıl da Allah’a yalvardığını hatırladı Fatih. Yanlış bir karara imza atmamak için kılı kırk yarardı. Çünkü yapacağı bir hatanın bu dünyasını da öteki dünyasını da yakacağının bilincindeydi.

Taş çuvalını eğilmiş sırtına yüklediği anda kalbinde bir acı hissetti. Acıyan yalnızca kalbi değildi. Her acıya katlanır ama hiç kimseye boyun eğmezdi. Eğmediği boynuna inat, belini taş çuvalına tahtırevan eylemişti.

-Süleyman Efendi, yardım eder misin? Bu taş gerçekten çok ağır, senin el arabasına koyalım.”

-Geldim beyim.

El arabasını kapıp Fatih’in yanına gelen Süleyman, koca taşı yüklendiği gibi el arabasına attı. 

-Ya beyim, yapma böyle! Gel, sana başka iş bakalım; valla çok rahat edersin.

El arabasını tarlanın kenarına sürerken her zamanki türküsünü mırıldanıyordu…

“Mübaşir iddia makamının şahidini içeriye alalım.” Kimin doğru, kimin yalan söylediğini gözünden anlar olmuştu. Belki de meslek hastalığıydı ama olsun… İşi için çok gerekli bir hastalıktı. Bu dünyaya geldi geleli çekmediği çile kalmayan Süleyman gibi temiz bir çevresi oluyordu böylelikle. Çuvalını kavradığı gibi tarlanın aşağısına yürüdü. Sol kolu uyuşmaya başladı sanki ama umursamadı. 

-Fatih Bey’im, hadi öğle arası verelim. Biraz dinlenelim ki kendimize gelelim!

Süleyman, bir ağaç gölgesi bulup oturmuştu bile. Fatih çatlamış dudaklarını kanatırcasına ısırdı. Bir acı kalbinden gözlerine kadar geliyordu. Yavaşça yürümeye başladı. Ama ayakları yürümüyordu. Dizlerinin üstüne yıkıldı önce. Ne olduğunu anlamıyordu. Ama kalbi çok sıkışmıştı. Bu sırada bütün hayatı gözlerinin önünden bir bir geçti. Sevdiklerini düşündü ve eğmediği boynu için Allah’a binlerce kez şükredip gözlerini kapattı.

“Türk ceza kanunun… sayılı maddesine göre…”

Bir temiz kalpli insan daha bu dünyadan göçmüştü. Süleyman koşarak Fatih’in yanına gelmişti ama artık çok geçti. Pırıl pırıl bir hayat yine aynı şekilde sona ermişti. Tarlanın bir kenarında, cebinden toprağın üstüne düşmüş emektar telefonundan kısık sesle çalan bir türkü yankılanıyordu: 

“Yüce dağlar size var mı zararım zararım,

Yâr yitirdim uğrun uğrun ararım gelin ararım…”