Seher SAĞLAM

Bir mevsim güzelidir güz… Vakti geldiğinde rengârenk ay duraklarını geride bırakır ve bütün zarafetiyle gün yüzüne çıkar. Her defasında yeni baştan giyinip kuşanır. Hem de hiç değişmeyen desenlerde ve benzer renk tonlarında… Buna rağmen o kadar hoş, o kadar alımlıdır ki… Bugüne kadar ne desenlerine ne de rengine dil uzatan bir kimse çıkmıştır. Bilakis ona iltifat nevinden yakıştırmalar yapılmıştır hayatı sanat gözüyle yorumlayanların kaleminden: “Sonbahar sanattır; diğerleri mevsim.” demiştir mesela Cemal Süreya.

Peki, sonbahara sanat yakıştırması yapmanın altında ne yatar? Yalnızca manzarasının cazibesi midir, onun kalem erbabınca övülmesinin sebebi? Yoksa uğradığı ülkelerin, kentlerin altın sarısı yapraklara bürünmesi midir boydan boya? Veyahut günlük güneşlik bir yazın ardından tabiatın, serin rüzgârlara ve sağanak yağışlara boyun eğmesiyle insanda baskın olan hisler yumağı mıdır?

Her ne olursa olsun güz, kaleme en çok yakışan ve dahası en yoğun yansıyan mevsimlerdendir. Tıpkı Nazım Hikmet’in şu dizelerinde olduğu gibi: 

“Itır saksısında artan koku,

denizlerde uğultular

ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar…”

Evet, kimileyin güz güllerinin gölgesinde, büyülü ıtırlarıyla iz bırakır gönlünüze güz; kimileyin de dalgaları, coşkunun zirvelerini zorlayan bir deniz kenarına sürükler hayallerinizi. Kendine özgü bir ahenge kaptırır gidersiniz günlerinizi. Ne çılgın rüzgârlar siler süpürür mevsimin sizde bıraktığı etkiyi ne de pıtır pıtır dökülen yağmur damlacıkları…

Bir renkler aynasıdır sonbahar. Eylül’le birlikte altın sarısı bir dünyanın ortasında bulursunuz kendinizi. Tarifi mümkün değildir her zaman, bu doyumsuz sarının hayatınıza sunduklarının. Bakışlarınızdaki hazzı resmetmekten aciz kalır boyalarınız, fırçalarınız. Bir tepenin yamacı, bir nehir kıyısı, bir kaldırım başı… Hiç fark etmez. Her biri ayrı ayrı renkler sarmalına dönüşür. Kameralarınıza, selfielerinize göz kamaştıran günbatımı kızıllığı damgasını vurur. Nehir boyunca attığınız adımlarınıza eşlik eder bu unutulmaz renk cümbüşü. Park turlarınızda elinizden tutan bir şefkate bürünür. Hiç ayrılmasın istersiniz gözünüzün önünden bu sapsarı geçit törenlerinin. Bu iklimle o kadar içli dışlı olursunuz ki kendinizi bazen Arif Nihat Asya’nın mısralarında buluverirsiniz:

“Kınalanmış gibi dağlar, dereler

Ne güzel güz, ne güzel Eylül olur!

Suların al al açar laleleri
Ve ufuklarda şafak gül gül olur!

Muhteşem yangını güz ülkesinin  

Doymadan seyrine, bir gün kül olur!”

Herkesi aynı ölçüde etkilemez kuşkusuz güz renkleri. Eğer şair ruhlu iseniz köhne bir bankın kenarına ilişiverir ve rengin ilhamlarına bırakırsınız şiir müsveddelerinizi. Bir ressam iseniz şayet sarının tonlarına batırırsınız fırçanızı her darbede. Usul usul dizemler tutturursunuz bir beste avcısıysanız, tenha bir sonbahar sabahında. Âdeta kalbinizi dinlersiniz, ufkunuza bakarsınız… Sarının iniltilerini kulak ardı edersiniz. Ta ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu minvaldeki öğütler zincirini kulağınıza küpe yaptığınızı sanırlar; üstadı bilenler, üslubunu hazmedenler:

“Durgun havuzları işlesin bırak

Yaprakların güneş ve ölüm rengi,

Sen kalbini dinle, ufkuna bak…”

       Zaman olur da renginin hâkimiyeti altında kalan güz mevsimi, şairlerin yangın betimlemeleriyle karşılar gönüllerinizi. Onlardan biri de Ahmet Telli’nin söz konusu yangını her yönüyle resmettiği “Güz Gelmeden” şiiridir:

“Heybendeki kır çiçekleri

bir yangındır güze doğru

tutuşturur yüreğinde

uzak özlemlerin külünü

hiç beklemediğin bir anda” 

         En az yılın dörtte birine söz konusu rengin en büyük simgesi olan yapraklar vurur damgasını. Pencerelerinize vuran güneş ışığından sudaki akislerine, kaldırımlara sere serpe yayılmalarından havada özgürce uçuşmalarına kadar her yerde onlar vardır. Yapraklarla açarsınız gözünüzü âdeta. Onlarla yürür, onlarla konuşursunuz. Hatta hisleriniz o denli etkilenir ki yaprak olur solarsınız bazen; yetmedi düşersiniz dalınızdan sessiz sedasız. Bu biteviye savrulmuşluğu Attila İlhan’ın şu mısralarına uğradığınızda daha da derinden hissedersiniz:

“…oysa ben akşam olmuşum

yapraklarım dökülüyor

usul usul

adım sonbahar”

Bir adı da hazandır güzün… Kimi zaman hüzün gömleği giyer de görünür; kimi zaman hüznün gölgesinde gösterir her şeyi… Kâh karardıkça kararır, bulutlara gizlenir; kâh küçüldükçe küçülür, yağmur damlalarında peyda olur. Ola ki bu mevsimin bir köşesinde, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Sonbahar Düşünceleri” şiiriyle yolunuz kesişirse bu hüzün iklimini adım adım yaşarsınız:

“Sonbahar geldi yağmurla beraber

Boynu bükük duruyor kasımpatı

Ölümü düşündürür oldu geceler

Yaz güneşinde bıraktık hayatı

İnsan böyle de mahzun olurmuş meğer

Ansızın silindi renk saltanatı

Yaz güneşinde bıraktık hayatı”       

Mevlânâ’nın hoşgörüye dayalı felsefesinin aynasında ise hüzün bambaşka bir çehreye bürünür. Öyle dendiği gibi de yaprak sıkılmaz aslında ağaçtan: “Yeni yapraklar çıkabilsin diye eski yaprakları temizler hüzün. Üzülme, sonbahar serttir, ama sonu aydınlıktır.”

Gerçekten de her mevsime ait onlarca ümit gizlidir. Sonbaharın da sararmış yüzünün arkasında, hüzünlü manzarasının hemen yanı başında ümit meltemleri üfler ruhunuza. Sararıp dalına veda eden yapraklar umut olur da uyur toprağın huzur yatağında. Özdemir Asaf bu gizemli umut resmini “Umut Yaprakları” şiirine taşır:

“…

Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında

Ardında savrulsunlar, unut yaprakları.

Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar

Seninle yeşerdiler, seninle soldular..

Olsunlar senden sonra da umut yaprakları. “

Güzün her solan yaprağı baharda yeşerecek değil midir zaten? Hüznün her izi silinip gitmeye meyillidir, bilinmez mi? Öyleyse mühim olan her mevsimin kendine özgü güzelliklerini görmek ve yaşamaktır asıl olan. Dahası onları bambaşka hisseden kalemlerin izini sürmektir belki de. Kısmen güze bürünmüş kalemler gibi… Kim bilir, daha ne güzel mevsimler yaşanır, ne güzellikler yansır yeni kalemlere?