Kumsalda parıldayan kum taneleri, tepemizden uçan martılar, uzaktan bizi selamlayan küçük beyaz yelkenli ve kızıla çalan bir gökyüzü… Şemsiyenin gölgesinde, kırmızı bir hasırın üzerinde oturmuş, denizi seyrediyoruz. Herkes gitmiş; annem, babam, teyzelerim… Sadece ikimiz kalmışız.

Üzerinde ince bir gömlek, başında her zamanki Beşiktaş şapkan… Biliyor musun, dede? Sadece senin yanında Beşiktaş, bir semt adı olmaktan çıkar ve bir sevdaya dönüşürdü. Ve ben… Sadece senin yanında Fenerli olmazdım. Annemin, “Öyle durmadan takım değiştirilmez.” demesine aldırmaz; bildiğim tüm Fenerbahçe marşlarını susturur, senin şapkanı takar, peşinden yürürken içimden mırıldanırdım:

“Her şey gider kalbimizden, bir sen kalırsın

Gece gündüz aklımızdasın

Bizim için “Sevdadan delirmiş.” diyorlar

Bilmeyenler nasıl anlasın?

Beşiktaş’ım, sevmişiz seni…”

Çünkü Beşiktaş demek, sen demekti. Onu sevmek, seni sevmekti.

Derken, o gün, gün batarken uzun uzun geçmişten bahsetmiştin. Beşiktaş’ta otururken, İnönü’den yükselen gol sevinçlerinin evi nasıl şenlendirdiğini anlatmıştın. Annem okumayı sökerken ona her gün gazete okuttuğunu, en çok da Uğur Mumcu’yu okurken zorlandığını söylemiştin. “Kelimeleri ağır gelirdi.” demiştin, gülümseyerek.

Söz dönüp dolaşıp bu kez babana gelmişti. Rusya’da esir düşmesinden, yedi koca yıl öldü sanılıp bir gün o can dostuyla birlikte geri dönüşünden bahsetmiştin. Kim bilir, belki de bu yüzden bu kadar sevdalıydın hürriyete. Hayatını mahkemelerde geçirmeyi göze alacak kadar… Belki de bu yüzden tahammül edemezdin haksızlığa. Bu yüzden o kente “Hürriyet” ismini vermiştin. Bu yüzden hiç vazgeçmemiştin.

O sırada, semaverde demlenen çay eşlik etmişti bize. Doğrusunu söylemeliyim ki seni hiç bu kadar uzun otururken görmemiştim. Hep çalışmana alışkındım. Sabah, güneşten önce uyanmana… İkimize de iyi gelmişti konuşmak. O gün büyük bir sükûnet yağmuru vardı; huzur iklimi dolmuştu her yana. Biraz duygulanmıştık. Teyzeme bakalım diye ısrar ettiğim o eski albümleri kucaklamış, geçmişi seyre dalmıştık.

Zaman aktı, mevsimler değişti. En son görüşmemiz yine böyle bir deniz kıyısında gerçekleşmişti. Batum’da… Karadeniz, tüm haşmetiyle dalgalanıyordu karşımızda. Ben bir kilisenin önünde seni bekliyordum; sen sınırın diğer tarafında, caminin önündeki sırada kalmıştın. Aramızdaki sınırlar ilk defa bu kadar belirgindi…

O gün, sınır tanımadıklarından olsa gerek, dalgaları bile kıskanmıştım. Sabah birlikte yüzdüğümüz yunuslarla İstanbul’a selam yollamıştım… 

Ve sonra… İkimizin de bilmediği bir şehrin rastgele seçilmiş bir restoranında gerçekleşmişti son sarılmamız. İçten içe vedalaştığımızı biliyorduk ama kelimeler yetmemişti söylemeye. Sadece hiç olmadığı kadar sıkı sarılmıştık. “Ne kadar da büyümüşsün!” demiştin son kez, hayretle. Sonrasında nehirler gibi yıllar akmaya devam etmiş, biz kıtalar ötesine gitmiştik…

Son konuşmalarımızdan biriydi. En küçüğümüzü çağırmıştın telefona. “Kızım, gelecek misiniz buraya?” demiştin. Cevabı sen de biliyordun aslında. Belki de bu yüzden sormamıştın; ne anneme ne Abdullah’a ne de bana.

İşte o zaman anlamıştım ilk defa. Buruşan ellerinin, yüzündeki çizgilerin bana bunca zamandır anlatamadığını. O gün ilk defa gelmiştim bu sahil kıyısına bir başıma.

Sonsuz bir deniz karşılamıştı beni, söylenmesi güç o tüm sözleri camdan şişeler taşımıştı bir gemi gibi. Sonra sen belirmiştin sahilde. Sensizliği gelip seninle paylaşmıştım.

Bu sahilde sana ağlamıştım. O günden sonra tüm başarılarımı gelip önce seninle kutlamış; dostlarımı, kalbimde can bulan heyecan tomurcuklarını, yenilgilerimi, küçük zaferlerimi hep sana fısıldamış ve tüm tesellileri senin çehrende beliren o şefkatli bakıştan almıştım. Sensizlikle senin kollarında savaşmıştım…

Sanırım, dönememek böyle bir şey… Elinde çiçeğinle gidemediğin mezarlar, üzerini okşayamadığın topraklar yerine bir yer, sadece bize ait bir yer inşa etmek…

“Dede!” demiştim durmadan hayalini kucaklarken: “Bu acılar geçecek mi?” 

“Geçecek.” demiştin. “Hepsi geçecek, iyileşecek…”

Reşat Nuri Güntekin’in “Akşam Güneşi” romanındaki gibi burkulmuştu içim sonra. Denize bakıp mırıldanmıştım o satırları:

“Ama dedeciğim, ne fena bir şey söylediniz. Çünkü ben, bu yarayı çok seviyorum.”

Tam o sırada, anneannemin silüeti belirmişti kumsalda, yanında dayımla… İlk defa oğluna bakarken ağzında ağıt yerine hafif neşeli bir ezgi vardı. Birazdan tüm sevgisiyle o da gelecekti yanımıza. Önce “Size kurban olurum!” diyecek, sonra senin gibi sarılıp “Kızım!” diyecek ve bakacaktı bize; yarım kalmışlıklarımıza, yaralarımıza…

Sen hatırlarsın, alnımdaki yarayı… Çocukken köyde, söz dinlemeyip bir başıma giderken düşüp almıştım. Dizimdeki yarayı, sizler olmadan ilk bisiklet sürüşümde… Kolumdaki, liseden hatıra… Ve bazı yaralar var ki yaşam tuvalinde iz bırakmış, benim bile defalarca yoklamama rağmen hatırlayamadığım…

Bir güneş daha batıyordu sahilde. Tekrar baktım gözlerine. “Haklısın!” dedim. “Haklısın galiba, dede. Ne kadar büyüdüğüme hayret etsen de gitgide büyüyorum. İyileşiyorum. Vedalaşıyorum.”

Ama inan ki ben, o yaraları hâlâ çok seviyorum.