Ne ara 19 Mayıs oldu? Zaman yine çabuk geçme konusunda şaşırtmadı. Hafızamı yoklamakta zorluk çekiyorum. Mart ayında kalmıştım de mi en son? Sonrası sanki ışık hızıyla geçip gitti. Fakat tek bir farkla: Olayları takip etme becerim videodaki “Slow motion” hızında. Şimdi Poczta Polska’ya doğru yürüyorum. Bir yanım sebebini bilmiyor ama çok heyecanlı diğer yanımsa gitme diyor, gitme! Kulak vermiyorum o sese çünkü artık çok geç. Sahi gerçekten mi çok geç? Bu ifade istemediğin bir karara varırken söylenmiyor muydu? Dedim ya Poczta Polska’ya doğru yürüyorum diye. Ha, elimde ne mi var? El valizi! El valizi mi? Aynen el valizi doğrusu ben de şaşırdım ama doğru duydun!

– Dur, dur! Rengi ne peki? Sarı mı?

– Yok, sarı filan değil. Bildiğin mor ya… 

Senin için o kadar da bilindik bir renk olmayan mor el valiziyle “Poczta Polska yolunda ne işin var hacı?” diye sorma bana. Sen de alıştın benim marjinal huylarıma! Neyse yola devam edelim biz. 

Poczta Polska’ya girer girmez orada görevli olan yaşlı kadınla göz göze geldik. Gözlüğünü hafiften indirip beni şöyle baştan sona sağlam süzdükten sonra -sanki yapılacaklar listesinde beni baştan sonra gözden geçirmek varmış ve bu işi başarıyla tamamladığından emin olmuş gibi- derin ama kendinden emin bir nefes alıp bana seslenmeye başladı: “​​Proszę Pani, najpierw trzeba wziąć bilet!” (Hanımefendi, sıraya girmeniz için önce bilet almanız lazım!” 

Hep mi unutur insan bilet almayı? Yoksa içimden “İki kişi için de bilet alıp sıraya girmek neden?” adlı isyandan mı geliyor bu?” diye düşünmekle vakit harcamadan hemen elime valizimi alıp tekrar kapıya doğru bilet almaya gittim.

Numaramı aldıktan sonra aklımda kalmayacağını bile bile her seferinde merakla bu sefer hangi numara geldi diye, bakmama şaşırmıyorum artık. Belki bir gün bir yerde lazım olur hastalığı bu; bir kitaba, bir şiire katacağım malzeme diye cepte saklama çabası. Numaramı da usulünce aldığıma göre artık gönül rahatlığı ile kendi sıramı bekliyordum ki amaan yine bir şey  unutmuşum: Mor valiz! Yok yok valizi bir yerde unutmadım; onun içindekileri acilen bir koliye boşaltıp öyle sıraya girmem lazımdı. Hemen etrafa bakıyorum ve gözüm raflara takılıyor. Üç farklı boyda koliler… HARİKA! Şimdi de seçme zamanı. Hangi boy? İlki çok küçük, yanındaki orta boy ama ya sığmazsa? En büyüğü? Yok yok, kolinin içinde boşluk kalırsa içindekiler yıpranır. Tamam hızlıca karar vermem lazım diye, sıradan çekilip orta boy koliyi alıp önce güzelce kuruyorum, sonra da yere koyup mor valizin ağzını açıp içindekileri olabildiğince hızlıca koliye yerleştiriyorum. Bir, iki, üç… Yirmi dokuz, otuz. Otuz bir tane. Aklımda tutmalıyım, diyerek tam kalkıp sıraya tekrar girecekken koli bandı getirmediğim gerçeğiyle yüzleşiyorum. Hay Allah! Olacak iş mi şimdi! 

Saate bakıyorum aceleyle. Tam 29 dakikam var! Gözlüklü hanımefendinin yanına gidip koli bandı satıp satmadıklarını soruyorum. Yokmuş, bitmiş, bir iki gün öncesi olsaymış varmış, üstelik fiyatı da sadece 6 zl (zloty) imiş. Hanımefendinin konuşmasını sabırsızlıkla, bir o kadar saygısızlık etmeden dinledim. Sonra mor valizi uzatarak dedim ki: “Rica etsem şu valizi yanınızda tutsanız, ben hızlıca eve gidip bant getirsem. Önce şaşırdı, sonra tebessüm ederek kabul etti. Kaşlarını biraz çatarak: ‘Yalnız, sen o koliyi orada öyle bırakamazsın, onu da getir.’ Hiç itiraz etmeden kendisi küçük ama taş gibi ağır, kargo olmak nasibinde olmayan kolimi kaldırıp arka kapıdan hanımefendiye verdim. Elimden: ‘Ah bu ne! İçine ne koydun öyle? Çok ağır! Kalsa da olurmuş.’ diyerek aldı. Ben de tebessüm ederek uzaklaşıp eve koştum.

  Kırmızı ışıkta beklerken gözüm yan köşedeki fotokopiciye takılmasın mı! Harika! Hemen rota değiştirip oraya doğru koşuyorum. İçeride yaklaşık otuz yaşlarında bir hanımefendi ile yirmi beş yaşlarında bir beyefendi çalışıyorlar. Burada da sıramı beklemem lazım diyerek sessizce kenarda bekliyorum. Habire saate bakıyormuşum oysa. Hanımefendi sabırsızlığımı fark etmiş olmalı ki gülerek bana seslendi. Yanına gittim. 

– Şey, koli bandı! Koli bandına ihtiyacım var, var mıydı sizde? Satıyor musunuz yani?

Hanımefendi şaşkınlığını gizlemeden cevap verdi:

– Burası fotokopici, bant satmıyoruz ama kendimizin var. Kullanıp geri getirebilirsin.

“Çok teşekkür ederim!” faslını geçtikten sonra koşa koşa iki dakika uzaklıktaki Poczta Polska’ya geri gittim. Gözlüklü hanımefendiden kolimi geri alıp bu sefer bantlama işine koyuldum. Bantlama işi bitince hemen sıraya girdim. Gözlüklü hanımefendi bana doldurmam için bir kâğıt uzattı. Ve olacaklar tam orda oluverdi. Elimde kalem donakaldım: 

– Hanımefendi, üst kısma kendi adresinizi yazıyorsunuz, alt kısma da yollayacağınız adresi. “Bu kadar basit!”

– Bu kadar basit mi? 

– Benim artık bir adresim yok!

Bu anı, yıkıcı anı sonraya bırakıp şu an bir şeyler yazmam lazım. Polonya’dan ayrılıyor olduğum yerin adresini ve gidiyor olduğum yerde de daha bir adresim olmadığı için arkadaşımın adresini yazıyorum. Koliyi uzatırken içimden bir şeyler kopuyormuş gibi hissettim. O an bana ait her şey o koli ile beraber gitti sanki! 

Hanımefendi, kargonun üç hafta sonra ulaşmadığı takdirde üstteki adrese iade edileceğini söyledi. ‘Ulaşmadığı takdirde’ kısmına takılı kaldı zihnim ve gözlerimin dolduğunu hissettim. Hemen teşekkür ettim ve ödemeyi de yapıp son iki günümü geçiriyor olduğum eve doğru yürüdüm.

Polonya’dan ayrılalı aradan üç hafta geçmiş olmasına rağmen kargo bana daha ulaşmadı. Her gün olmasa da iki-üç gün arayla arkadaşımı arayıp kargonun gelip gelmediğini kontrol ediyorum. Sonuç hüsran! Arkadaşım, “Daha gelmedi ama gelecek.” dedi. Ben ise “Yok oldu! Asla gelmez!” diye ümidimi tam kesmiştim ki arama geldi. Açtım, arkadaşım haykırıyor: “Sana müjdem var!”

“YAŞASIIINNN!!!” diye haykırmaya başladım. Çocukların sevindiği kadar zıpladım mutluluktan. “Hemen geliyorum!” dedim ve yola çıktım. Evlerine vardığımda kapılarının önünde benim koli bana bakıyordu. Yıpranmış, bir ucu yırtılmış ve içindekiler gözüküyordu. Bu durum hiç moralimi bozmadı. “Olsun, geldiniz ya, şükür!” diyerek hepsini tek tek kucakladım. 

Arkadaşım yaklaşıp “Eğer kaybolsalardı çok üzülür müydün?” dedi. O an bu soruyu kendime sordum ve ağzımdan çıkanları şaşırarak kendim de dinledim:

“Üzülürdüm, hem de çok! Çünkü bu kolinin içinde sekiz senemin özeti var. Bu kolinin içindekiler sekiz sene içinde düşe kalka öğrendiklerimden ibaret. Ülkeden ülkeye taşınırken sırf anısı için defalarca kargo parası verdiğim birikimlerim bunlar… İnsan kuramadığı kütüphane hayalini taşırmış işte böyle. Bunlar benim yoldaşlarım, can dostu kitaplarım..!”

Bakıştık, gözlerimiz gülümsedi! Demek istediklerimi anladığını biliyordum.

Eve doğru geçerken içimde bir heyecan, bir heyecan… İçim içime sığmıyor. Yeniden kavuşmak ne güzel bir duygu! Bu satırları yazarken arkadaşım usulca sordu: 

“Mola verince haber versene. Ev bakıyorum!”

“Tamam, az kaldı!”