Mevsim kış. Üniversitede hazırlık sınıfında Türkçe dersindeyiz. Sınıfımızda farklı milletlerden yirminin üzerinde öğrenci var. Her biri büyük bir gayretle güzel Türkçemizi öğrenmeye çalışıyor. Zira hazırlık sınıfından sonra öğretim dili Türkçe olan lisans öğrenimine başlayacaklar.

Derslerimiz ilerlemiş, öğrencilerimiz basit cümleler kurmaya başlamıştı. Malum, dil dersi olunca hayatın her alanında kullanılan kelimeleri öğrencilere öğretmek gerekiyor. O gün konumuz meslek isimleri idi. Meslek isimlerini açıkladıktan sonra sıra öğrencilerin yeni kelimeleri çabucak öğrenmeleri için yakınlarının mesleklerini cümle içerisinde kullanmaya gelmişti. Sırasıyla herkese “Annen ne iş yapıyor?’’ “Babanın mesleği nedir?’’ sorularını yöneltmeye başladık. Öğrencilerin katılımıyla ders bir anda canlandı. Sınıfta birçok meslek ismi uçuşmaya başladı: Ev hanımı, doktor, mühendis, bankacı, avukat… 

Sıradaki öğrenciye “Senin annen ne iş yapıyor?” diye sorduğumuzda, annem bankada memur, cevabını aldık kendisinden. “Ya baban?” sorusuna ise ‘’Ev Erkeği’’ diye karşılık verdi gayet ciddi bir tavırla. Sonradan öğrendik, sevgili öğrencimizin babası herhangi bir yerde çalışmıyormuş, işsizmiş. Zamanının çoğu da evde geçince…

Öğrenci gayet haklı. Eee, ev hanımı olur da ev erkeği neden olmasın?  Aslında talebemizin yürüttüğü mantık harikulade. Analoji yoluyla birçok kelimeyi dilimize kazandırmışız. Türkçemizde eskiden beri kullanılan ‘’ekim ve ekin’’ kelimeleri örnek alınarak ‘’basım ve yayın’’ kelimelerini Türkçeye katmışız. Öğrencimiz de farkına varmadan dilde cari olan bu yolu kullanmış, yeni bir sözcük türetmişti. Talebemizin gayri ihtiyari dillendirdiği sözcük aslında gayet orijinal, belki ilk defa duymuş olmamızdan kulağımıza garip geldi. 

Asırlar önce lisanlar arasındaki yerini alan Türkçemiz, farklı coğrafyalarda farklı usul ve metotlarla kelimeleri bünyesine dâhil etmek suretiyle bugünkü anlatım gücüne erişebilmiştir. İlk yazılı kaynaklarımız olan Orhun Abideleri’nde gerek söz varlığı gerekse anlatım gücü olarak gelmiş olduğu seviye dikkate şayandır. Türkçenin ilk sözlüğü olan 11. yüzyılda kaleme alınan Divanu Lügati’t-Türk’te 3477 fiil, 5147 isim ve edat olmak üzere toplam 8624 madde başı vardır  (Hacıeminoğlu, 1996: 2). Bu seviye o dönem için hatırı sayılır bir rakamdır. 

Bugün ise Türkçe Sözlük’te her ne kadar 120. 000 madde başı (Yaman, 2016: 87) olsa da Türkçenin genel söz varlığı 600.000 civarındadır.  Dünyanın farklı coğrafyalarında yaklaşık 250 milyon insanın konuştuğu dilimiz, dünyada en çok konuşulan 5. lisandır. Türkçenin derli toplu ilk yazılı kaynakları 8. yüzyıla ait Orhun Abideleri olsa da Sümer kaynaklarında yer alan 100’ün üzerindeki Türkçeye eş kelimeye istinaden dilimizin yaşını M.Ö. 4000 yıllarına kadar götürmek mümkündür. 

O dönemden beri ihtiyaca ve zamana göre sahip olduğu farklı söz varlığı ile varlığını sürdüren dilimiz, kelime türetme ve yeni unsurları dile kazandırması yönüyle incelemeye değer zengin bir geçmişe ve dil yapısına sahiptir.

Bu bağlamda Türkçenin işlek bir ek sistemi vardır. Eklerimiz sadece Türkçe kelimelerden yeni kelimeler türetmez elbette. Yabancı kelimelere de getirilmek suretiyle onları millîleştirir, dilimizin rengiyle boyar ve her birine millî bir hüviyet kazandırır. Kökeni Latince olan plan kelimesi, Fransızcadan dilimize geçmiştir. Yalın hâliyle kullanmamız yanında dilimizdeki farklı eklerle, ‘’planla-mak, planlan-mak, planlandır-mak, planlaştır-mak, planlaştırttır-mak’’ eylemlerini dilde kullanıma sunmuşuz. Aynı zamanda; ‘’planlı, planlılık’’ varyantları da sıkça kullanılır. Yardımcı bir fiille işlerini zamanında yapmayı ifade eden ‘’plan yapmak’’, ‘’planlı olmak’’ birleşik fiiliyle söz hazinemizde yerini alır. Velhasıl ödünçlememiz ilk aldığımız şekli ile dilde kalmamış, Türkçenin güçlü işletim sisteminde renkten renge girmiş, farklı durumları anlatır hâle gelmiştir. 

Her ne kadar türetilen kelimeler, torna makinesinden geçip şeklen ek yığınları gibi görünse de kelimelerin iç dünyasına girildiğinde onların, sadece kök ve gövdelerine getirilen eklerden ibaret yalın, ruhsuz yapılar olmadığı görülür. Onların hikâyesi de biz insanoğluna benzer. Doğarlar, büyürler hatta ölürler. Zamanla hâlden hâle girerler, bazen tanınmaz şekle bürünürler. Bazıları göç eder, sılada bambaşka bir dilin bünyesinde hayatlarını devam ettirir. Velhasıl her birinin kendisine has renkli bir hayatı vardır. Bahsedilen yönüyle ‘’güvey’’ kelimesinin öyküsü dikkat çekicidir. Albümündeki gençlik fotoğraflarını bize gösteren bir dostumuza ‘’Aaa, bu sen misin?’’ şeklinde verdiğimiz tepkiyi, kelimenin ilk hâline de göstermemiz muhtemeldir. Güvey kelimesinin en eski hâli ‘’küdegü’’ şeklindedir. Günümüze kadar serüveni küdegü, küdegen, küreken, güveyü, güvey ‘’damat’’  çizgisinde olmuştur. Kelime gütmek fiilinden ‘’güden, çobanlık yapan, otlatan’’ anlamlarına gelmektedir (İnan, 1951, s. 140).

Malum, eski toplumlarda gözde mesleklerden birisi de çobanlık imiş. Eski Türklerde ve bazı doğu toplumlarında sürüyü her türlü tehlikeden koruyan, güzel otlaklarda tehlikesizce otlatan çoban, makbul kabul edilir, el üstünde tutulurmuş. Hâl böyle olunca çobanlık cemiyette sosyal bir statü kazanmış. Bu vasıf damat seçiminde olmazsa olmaz şartlardan birisi olmuş. Bundan dolayı da damat adayları çobanlık mesleğinde göstermiş olduğu performansa göre değerlendirilir, kızın ailesi tarafından imtihana tabi tutulurmuş. Kendisine evin hemen yanı başında küçük bir kulübe yapılırmış. Ailenin birkaç yıl sürülerini otlatır ve rüştünü ispatlarsa evin güveyi olma ünvanını hak kazanırmış. Aksi takdirde aileden “hayır” cevabı alırmış. İşte bu uygulamadan sonra damat adayına güt-mek, kökünden kütegü,  ‘’güden, otlatan, çoban’’ denmeye başlanmış. Zamanla bugün kullandığımız güvey şekline evrilmiş. Kelime kullanım sahnesine çıkınca farklı kelimelerle kurduğu gruplarla iç güveyiden hâllice bir hâl almıştır: Güvey yemeği, güvey gitme, iç güveyi

Diğer taraftan kelime türetmenin yanında hazır türetilmiş kelimelerin yer aldığı ağızlarımız da Türkçenin eşsiz söz hazinesidir. Ağızlarımız birbirinden güzel fonetik şekilleri ile bizlere sadece tebessüm ettirmez, aynı zamanda dilimize kelime kazandırmada kaynaklık vazifesini de icra eder. Manisalılar standart Türkçede söylediğimiz ‘’Çardakta bardak var, bardakta armut var, armudu al da gel’’ cümleyi telaffuzu çetin olan titrek ‘’r’’leri atıp ‘’r’’ sesinin yerine yanındaki ünlüleri uzatarak ‘’Ça:dakda ba:dak va: ba:dakda a:mut va: a:mudu a: da gel’’ şeklinde söylerler. Manidardır, hızlarını alamazlar, ‘’r’’ sesini atmakla kalmaz, dilimizde söylenmesi en kolay olan bu yönüyle vokallere benzeyen ‘’l’’ sesini de atarlar. Yeni söyleyiş şekli ifadeye hoş bir name katar. Sadece Manisalılar mı? Ülkemizin bütün bölgelerinde Türkçemiz, bahar çiçekleri gibi renkten renge girer, çiçeklenir de karşımıza çıkar. 

Her ne kadar ağızlarımızda ses ve telaffuz farklılıkları ilk başta göze çarpsa da edebî dilde olmayan nice hazineleri de bağrında saklar. Çorum ağzında ‘’süt ürünleri’’ şeklinde bir tamlama kurmadan halk kısa yoldan süt ve ürünlerinin renginden mülhem ‘’ağartı’’ kelimesi ile meramını dillendirir. Boşa giden ya da bozulan herhangi bir ürün için Farsçadan aldığımız ‘’hiç’’ kelimesine getirilen –len ekiyle ‘’heşlenmek’’ şeklinde ‘’heder olmak, boşa gitmek’’ anlamına gelen yeni bir fiille telef olmayı anlatıverirler. Diyalektlerimiz bu vasfından dolayı söz ambarı gibidir. Bundan dolayı da bütün ağızlarımızın derlenip kayıt altına alınması elzemdir. 

Eee, binlerce yıldır konuşulan dil olur da eserler ortaya çıkmaz mı? Sekizinci yüzyıldan beri telif edilen binlerce eserimiz medarıiftiharımızdır. Eserlerimiz, birbirinden kıymetli malumatları satır aralarında barındırması yanında, bize ilham verecek farklı yapıları ve şekilleri de günümüze taşırlar. Bu yönüyle Türkçenin yapıtları geçmişten geleceğe düşülmüş not gibidir. Tarihi kaynaklarımız sayesinde bugün çözemediğimiz bazı karışık yapılar açıklığa kavuşurken, tarama yoluyla da birçok sözcüğü söz hazinemize dâhil ederiz. Dilimize yeni kazandırılan ve Kutadgu Bilig’de birçok yerde geçen “yanmak’’  “dönmek, ivaz, cevap’’ kökünden gelen yanıt “cevap’’ kelimesi bugün tekrar aramızda Arapçadan aldığımız cevap ile birlikte sorularımıza çözüm olma vazifesini ifa eder. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig eserinde kullandığı kutadmak fiilinin kökü ‘’kut’’ eskiden ‘’saadet, mutluluk’’ anlamında mutlu ve sevinç anlarımızı ifade eden bir kelimedir. Şimdilerde “kutlu doğum’’, “kutlu yürüyüş’’ “kutlamak’’ gibi yapılarda sürurumuzu ifade etmeye devam etmektedir.  

Elbette bir dilin ifade gücü sadece kelime türetmesine, dile yeni kelimeler katmasına bağlı değildir. Lisanın kelime türetme bakımından zengin bir yapıya sahip olması ve türetme yollarının çeşitlilik arz etmesi bu kıstaslardan sadece birisidir. Bir dilin yeni kelime ve kelime gruplarını dile kazandırmada esnek ve cevval bir yapıya sahip olması önemli bir vasıftır. Diğer taraftan benzetmeler, nüansları ifade eden sözlerin çokluğu, soyut kavramların dildeki oranı, kelimelerin birleşme kapasitesi ve kelime grubu oluşturup yeni kavramları karşılama düzeyi; aynı zamanda deyimlerin çeşitliliğinden argolara kadar birçok unsur o dilin anlatım gücünün göstergesidir. Dilimiz bahsedilen vasıflar yönüyle de güçlü bir yapıya ve sisteme sahiptir. Bundan olsa gerek Türkçeyi yeni öğrenen değerli öğrencimiz dahi dilimizin bu esnek yapısına, farkına varmadan kendisini kaptırmıştı.

.

.

.

Kaynaklar

Hacıeminoğlu, N. (1996). Karahanlı Türkçesi Grameri, TDK Yayınları.

Yaman, E. (2016). Türkçe’nin Güncel Söz Varlığı, Milli Eğitim, 210, 85-91.

İnan, A. (2010). Güvey. Türkiyat Mecmuası, 9, 139-144 .