Gözlerimi açtım, sabahı olmayan bir şehirde
Saatler durmuş, rüzgâr susturulmuş.
Bir zamanlar çığlık atan duvarlar şimdi,
Sessizliğe gömülmüş bir mezar taşı gibi soğuk.
Yollar kıvrılıyor kendi içine,
Her adım, başka bir hayalin mezarı.
Gölgeler uzamıyor artık,
Işık bile kaçmış bu düş kırığı manzaradan.
Bir çınar ağacı var—kökleri yedi yerin derinliğinde,
Her yaprağı ayrı bir yitik anı.
Altında oturuyor yaşlı bir çocuk,
Bir elinde kum saati, diğerinde kırık bir pusula.
“Zamanı kim kırdı?” dedim usulca,
“Sen!” dedi, “Unutmayı seçtiğin gün.”
Ve susarak bana kendi yüzümü gösterdi;
Yıllardır bakmadığım, buğulu bir aynadan.
Gökyüzü yırtılmıştı,
Renkler birbirine karışmış:
Gri, maviyle kavgalı;
Güneş, ayın ardına saklanmış.
Bir sokak lambası anlatıyordu aşkı—
Yanmadan geçen bir ömrü
Ve her gece ışığını bekleyen
Kaldırım taşını.
Gördüm, bir bilge yürüyordu rüyamdan içeri
Saçlarında zamanın külleri,
Omuzlarında yüzyılların suskunluğu…
Her adımıyla sildi karanlığı
Ve bakışıyla yazdı beni yeniden.
Dedim ki ona:
“Adını unuttum ama kalbimi ezberledin.”
O da dedi ki:
“Ben ad değilim, hatıraların gölgesiyim yalnızca.”
Bir nehir akıyordu, kelimelerden yapılmış
Boğulmak istedim ama dizeler kaldırmadı.
Sözcükler beni dışladı
Çünkü ben de unuttum nasıl sevileceğini.
Ve yürüdüm,
Boş çerçevelerin, kırık plakların,
Sessiz ağıtların içinden geçerek.
Her adımda biraz daha ben oldum,
Biraz daha yok.
Güne ulaşamadım ama geceye alıştım.
Yıldızsız göklerde de yön bulunabiliyormuş,
Yeter ki içindeki pusula hâlâ titresin
Bir isyanın kıyısında.