Orta mektep, lise ve fakülte yıllarında Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirini okumuş ve tahlilini yapmıştık değişik zamanlarda. Bir defasında Yeni Edebiyat dersinde daha bilgisayarlar bu kadar yaygın değilken şiir tahlili ödevimi bu şiirle yapmıştım el yazısıyla. O yaşlarda 35 yaşına gelmek için önümüzde uzun bir yol olduğunu düşünürdüm. “Neden insan böyle bir şiir yazar ki?” derdim. Yıllar yılları takip etti. 35 yaş, benim için de önce yavaş yavaş yaklaşan sonra görünen, ardından da gözden usul usul kaybolan bir yol tabelası gibi artık. O ilk gençlik yıllarında, ben de bir 35 yaş şiiri yazabilir miyim acaba, diye hayal ederdim. Niye sadece bir kişi yazmıştı ki? Başkaları da yazamaz mıydı? Böyle bir şiir yazmak bir tek ona mı nasip olan bir ayrıcalıktı? Bu ve benzeri başka sualler de sıralanabilir.

Yedi kıtalık ve 35 mısralık bu şiirde şair, ilk dört kıtada geride kalan hayatını, beşinci kıtada bulunduğu anı ve son iki kıtada da ömrünün kalanını mısralarına almıştır. Bir durum değerlendirmesidir bu şiir. İnsanın uzun bir yolda giderken bir noktada durup bir geriye bir de ileriye bakması vaziyetidir şiirde temel mesele. “Yola nasıl çıkmış, geldiği noktada hâli nedir ve yolun sonunda ne olacaktır?” sorularının cevapları vardır şiirin mısralarında. Şiirin kafiyesi de hayatın kendisi gibi bir öyle, bir böyledir.

Öyle şiirler vardır ki o konuyu ondan güzel kelimelere döken bir mısra, bir beyit, bir dörtlük olmaz dedirtir. “Otuz Beş Yaş” şiiri de onlar gibi bir şiir. Bir daha yazılabilir mi, bilinmez. Ben şair olmadığımdan daha güzelini yazmaya cesaret edemedim. Yaşı, yeri ve zamanı geldiğinde kaleme al(a)madığımdan o tren de zaten kaçtı. Geriye artık bir kırk yaş denemesi karalamak kaldı. Bu müsvedde, beğenilmesini umduğum değil bir manada kaçırdığım trenlerin arkasından hayıflanma yazısı.

Madem ben bir yaş şiiri yazamadım bari önceden yazanlar hissiyatıma tercüman olsun. Kultuvma Sarmuratulı’nın (1840-1915); 

“İnsan kırka gelince ‘yaşlı’ derdik 

İşte o gün de sonunda geldi başa.” dediği gibi ben de artık o yaşlardayım.

Bu yaş, hayattaki gülme ve vuslatların yerini aheste aheste ağlamalar ve hasretlerin almaya yüz tuttuğu devrin bidayetidir. O vakte kadar insan kendince bir çevre edinmiş, ticaret yapmış, bir işte çalışmış, ailesi ve evlatları olmuştur. Kırka kadar hep etrafı genişlemiştir. Anacığım, “Çoğalmak da O’ndan azalmak da!” derdi. Altı çocuğuyla birer birer çoğalırken bir noktadan sonra ise evden teker teker azaldıklarını binbir hüzünle yaşamıştı. Hatta hiç unutmam bundan yirmi beş yıl önce sıcak bir temmuz günüydü. Tırpanlarla bayırda yonca biçiyorduk. Bir beş dakika dinlenelim, diye oturmuştuk. Çilekeş annemle ikimiz vardık. Ben o vakit daha on sekiz yaşındaydım. Annem, gözünü karşı yamaca dikmiş “Eh, artık 40 yaşımıza geldik, daha ne kadar yaşayacaz ki?” demişti. Hayatının çoğunu arkada bırakmış biri gibi konuşmuştu. Aradan geçen çeyrek asırdan sonra beni de ara ara annemin o günkü hissiyatı kaplamaya yüz tuttu.

Ardından Ahmet Haşim’in mısralarında dediği gibi;

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…” yavaş yavaş çıkılan hayat merdiveninden geriye sararmış yapraklar misali yıllar kalıyor. Gün sonunda da semaya bakarak ağlayacağım galiba.

Kırk yaş, irfanımızda olgunluğun remzi olagelmiştir. Oturaklaşmanın alametifarikasıdır. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki gibi hoppalık ve fevriliklere fazla yer yoktur. Hayatta olabileceği kadar olmuş, gelebileceği yere gelmiş olmanın vaktidir. Kaçan trenlerin yakalanmasının epeyce zorlaştığı, akranların ve hatta geriden gelenlerin hayat koşusunda öne geçtiklerinin görüldüğü demdir. Yavaştan yavaştan hayattaki pişmanlıkların dile getirilmeye başlandığı yaşlardır kırk ve sonrası. Bu yaştan ilerisinde giderek hayatta yükselmeye devam edenlerin sayısı düşer, düşer ve bir noktada sıfıra inmiş olur.

Kırk yaş bir dönüm noktasıdır. Çoğu insan için artık sosyal hayattaki yükselişin bitimini görme ve sosyal hayattan yavaş yavaş el etek çekme dönemidir. Birer birer kendisinden önceki neslin dünya değiştirdiğini, sonraki neslin de eğitim hayatlarını bitirdiğini, evlendiklerini, hatta bazı arkadaşlarının çocuklarının kendisinden bile daha iyi işlerde çalışmaya başladıklarını duyma ve görme günleridir. Eskisi gibi insan artık uzun süre kafa yoramamaya, ses ve gürültüye fazla dayanamamaya ve çoluk çocuğun eziyetine zihnen katlanamamaya başlar. Günümüzde evlenme ve hayata atılma yaşı ilerlediğinden artık çoğu insanın daha geç yaşlarda yaşamda yolun yarısına eriştiği de bir diğer gerçek.

Cahit Sıtkı şiirinde 35 yaşa gelince insanın bedenen güçten düşmeye başladığını ifade etmişti. Kırkından sonra ise insan sadece güçten düştüğünü değil cisminde de binbir türlü arızanın baş göstermeye başladığını fark eder. Daha önce çocukluk ve gençlikte ihtiyarların aralarında yaptıkları sohbetlerin dinleyeni değil bizzat faili olmaya namzet hâle gelir. Edebiyatımızda esasen “ömür destanı” veya “yaşname” dediğimiz oldukça eski bir halk şiiri geleneğimiz var. Ozanlar hayatın/ın bütününü veya bir kesitini alıp şiirlerinin mısralarına konu ederler. Bunlardan belki de en bilineni Kul Hüseyin’in Ömür Destanı’dır. Öncesi ve sonrasıyla 40 yaş, yüzyıllar önce onun dile getirdiği mısralarında;

“Otuz beşinde meclislerde anılır
Yarana karışmış irfana benzer

Kırk yaşında gazel gibi bağlarda
Kırk beşinde günahların ağlar da …”

şeklinde geçer ki çevre edinen ve sosyal hayatın içinde olan insanın, kırkında sonbaharda sararan yapraklar gibi sararmaya başladığını ve kırk beşe ulaşınca da pişmanlıklarına teessüfler ettiğini belirtir.

İnsan, kırkından sonra kendi istikbali için değil kendisinden sonrakiler için çalışır umumiyetle. Bazen yaranır, çoğu zaman da yaranamaz. Çalışıp çabalar ama yeri gelir ailesine bile sözü geçmez, onların gönlü hoş olmaz ekseri. Mehmet Kızılgöz (1944- ) ne güzel anlatmıştır bu hâli:

“Yirmisinde düğün dernek kurulur 

Otuzunda akan sular durulur 

Kırk yaşımda oğlan bana darılır 

Bu ilmin sırrını bilir misin sen?”

Ben 35 yaş şiiri yazamadım. Bir kırk yaş yazısı karalayayım, dedim o da olmadı. Cahit Sıtkı, “Bir namazlık saltanatın olacak.” diyor şiirinin sonunda. Saltanatımın olup olmaması çok bir mesele değil ama en azından hayat basamaklarının sonunda yüzümün gülmesi temennisiyle.