Bugünlerde kitap sadece ekrandan okunan bir PDF dosyası ve dijital bir yazıdan ibaret gibi. Yeni nesillerin ne yeni basılmış kitaptaki mürekkep kokusuna ne de bir kitabı sahaf sahaf arayıp kıyıda köşede bulma gibi bir tada, heyecana dair hatıraları var. Eskiden böyle miydi? Onun bir ağırlığı vardı.

Lise ve fakülte yıllarımda az çok kitapla haşır neşir olan her insan gibi benim de bir hayalim vardı. Evimin oturma odasının duvarlarını çevreleyen dil ve edebiyat eserlerinden müteşekkil bir şahsi kütüphane… Kütüphanemde bulunmasını hayal ettiğim bölümler bile belliydi. Onları zihnimde roman, hikâye, şiir, hatırat gibi raf raf dizerdim. 

O, benim ilk göz ağrımdı. Babam ve annem sırf “çocuk okusun” diye binbir türlü sıkıntıya katlanıp beni önce kazaya sonra da vilayete okumaya göndermişlerdi. Babam “Oğlum, başına bir şey gelir.” diyerek ders kitapları dışındaki hiçbir kitabı okumama sıcak bakmazdı. Köyde okumak demek onlara göre “hoca” olmak demekti. Gerisinin öbür dünyada pek faydası yok gibiydi. Bense elime geçen her romanı, hikâyeyi davar veya sığır yayarken baharda, kışta, yağmurda yaşta okur, okur ve yine okurdum.

Orta mektep yıllarımdı. Köyün eskiden medrese görmese de bir hocanın dizinin dibine oturmuşları vardı. Bir Kaya (köyde Gaya) dayımız vardı. Eski yazıyla Hz. Ali’nin, Battal Gazi’nin Gazavatnamelerini okurdu. Bir de babalarından, dedelerinden kalma medrese kitaplarını saklayanlar bulunurdu. Saklamak derken kıymetli bir miras gibi muhafaza etmek diyelim. Bunların bir kısmını akrabamız da olan köylüler getirip “Artık bu emanetler senin olsun” diyerek hediye etmişlerdi. Tabii

ki eski yazıyı okuyup okuyamadığımı sorduktan sonra. Lise bitene kadar köydeki evimizde bu “emanetleri” yeni alınanlarla birlikte çatıda odunların arasındaki çuvallarda tuttuk. 

Üniversite okumak için İstanbul’a gitmek icap edince mecburen çuvallar dolusu yüzlerce kitabı otobüse yük olarak verdik. Yanlış okumuyorsunuz: Yük. Rahmetli babamla her biri elli kiloluk çuvalları otobüse taşıdık. Onların ağırlığına babamın boş iş yaptığımızı düşünerek celallenmesi de kollarımdan ziyade omzuma yük olmuştu. Sonrasında fakültenin üçüncü sınıfına kadar öğrenci pansiyonlarında bu arkadaşları, valizlerle oradan oraya  taşıyıp durdum. Kâğıttan arkadaşlar, okurken elimde veya kitaplık rafındaki yerlerinde hafiflerdi. Ancak valize girince “Taşıma artık bizi!” dercesine ağırlaşıyorlardı. Valizlere yardım eden arkadaşlar “Yahu, bu valizde ne var böyle?” diye sorduklarında “İlmin ağırlığı.” derdim. Her taşındığım yerde tekrar küçükçe bir kütüphane kurdum. Üniversite üçüncü sınıftaydım. Yaz tatili gelmişti. On beş günlüğüne köye harmana yardıma gittim. Geldiğimde kimsenin dokunmasına bile kıyamadığım eski yazılı “emanetlerin” olmadığını derin bir acıyla öğrendim. Çocuğunu kaybetmiş bir baba gibiydim. Öyle ki yirmi yıldır içimde sızısı duruyor.

Fakülteyi bitirdikten sonra yurt dışına çıktım. Onları artık hem öğretmenlikte lazım olmayacağı hem de taşıma zorluklarından İstanbul’daki evimizde bıraktım. “Sahipsiz” kitaplığımın yarısının yerinde artık yeller esiyor. Aradan geçen 17-18 yılda yeğenler, kardeşler ve meraklılar yerlerini izinsiz değiştirmiş. Bir kısmı da  seneler önce sakıncalı denerek benden habersiz tekrar kâğıt olmuş ve daha sonra bana resmi gönderilmişti.

Ortaokuldayken iki haftada bir ve lisedeyken ayda bir köye ailemi ziyarete giderdim. Valizler yıkanacak çamaşırlar ve okunmuş kâğıttan arkadaşlarımla dolu olurdu. Babam aylık cep harçlığı verirdi. Harçlığımın epey bir kısmı hep yenilerini diğerlerinin arasına katmaya giderdi. Satın aldıklarımın ilk sayfasına yer ve tarih notu düşerdim. Okumadan önce mutlaka şeffaf ciltle kaplardım. Birisini alıp okumadan başkasına el sürmezdim. Hele de İstanbul’dayken Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nı ve ardından meydanda kurulan ve yeni sahibini arayan kitapların pazarını gezmek apayrı bir tat verirdi. İstanbul Kitap Fuarı bize yakın bir yere kurulurdu. Sırf bu arkadaşlarla iç içe olmak için fuar boyunca ücret talep etmeksizin yayınevi standında durmuşluğum bile  vardır. Ah, hele o yeni çıkacak olanları bekleyiş! Onun hazzı bambaşkaydı. Sanki bir bebeğin doğumunu bekler gibi olurdu.

Şahsi kütüphanemden birilerine -hele de baskısı kalmayanları- ödünç vermek, bana bir cilt ağırlığınca altını başkasına emanet etmek gibi gelirdi. Çoğu zaman gidenler unutulur ve geri gelmezdi. İnternet çağının öncesini tatmış olanlar birbirine sene devriyelerinde imzalı, iyi dileklerin yazılı olduğu yaldızlı kitap hediye ederdi. Fuarlarda satın alınırken bizzat yazarına da imzalatılmış olurdu. Bunlardan gidip de dönmeyen olunca bir daha kimseye ödünç vermemeye ant içilirdi. Sonuçta yine bir yakının ısrarlı istemelerine dayanılamaz ve kalbini kırmamak için verilirdi ama her zamanki gibi gidenler geri gelmezdi.  

Yurtdışına öğretmen olarak çıktıktan sonra da bu kâğıttan arkadaşlara merakım azalmadı. Artık bu dönemde bir yandan kendim onlarla tanışıyor, diğer yandan da tanıdığım insanları tanıştırıyordum. Bu arkadaşlarım yine “artmaya” başladı. Artık bir evden bir eve değil, bir şehirden diğer şehire ve sonunda birkaç defa bir ülkeden başka bir ülkeye taşındım. “Valizlere yük olamayanlar” okul kütüphanelerine ve arkadaşlara mecburi “hediye” oldu. 

Geçen yazdı. Evdeki kitaplığa “sığamayan”ları hayat arkadaşım ancak kendilerine garajda valizler içinde yer ayırmıştı. Onları İstanbul’a gönderelim istedik. Salgın, onlardan ayrılmama izin vermedi. Kırtas ve mürekkepten yapılmış dostlarım yine valizlerde duruyor. Taşınırken onlar yine “en ağır çeken” yük. Tozlar içindeler. Üzülüyor, bazılarını valizlerden çıkarıp “Bunlar bana lazım.” diyerek kitaplığa getiriyorum. Kitaplık rafında durabilme hürriyetini tattırıyorum onlara.

Kâğıt ve mürekkepten kitapların yerini dijital sayıların aldığı bugünlerde en acı şey yeni neslin, kendi çocuklarımız da dâhil, kitap sayfalarını çevirmeyi unutacak olmaları galiba.