Dedemlerin yüze yakın küçükbaş hayvanı vardı. Hayvanlar yazın köyün sıcağında ağıllarda durmasın diye dedemle anneannem yaylaya çıkarlardı. Köyümüzün iki yaylası vardı. Karagöl ve Kızıl Saray. Adına Kızın Sarayı derlermiş eskiler. Çok eski zamanlarda dönemin hükümdarlarından biri, kızına bir saray yaptırmış. Kızın Sarayı, dilden dile değişerek nihayet Kızıl Saray şeklinde anılır  olmuştu.

Kırk yıl boyunca yazları Karagöl’e çıkan dedemler, yaşları ilerleyince havası Karagöl’den biraz daha ılık olan Kızıl Saray’a taşınmışlar. Çiçekli Yayla denilen mevkiye yakın, geniş bir alana kurulan yaylamızda annemin anlattığına göre çocukluğunda, köydeki herkesin bir evi olurmuş. Benim çocukluğumda ise sadece sekiz hane vardı. 

Yayladaki evimiz tek odadan ibaretti. Yanında anneannemin yaptığı peynir, tereyağı ve yoğurtları koyduğumuz tuluk odası vardı bir de. Tuluk odasına hiç güneş girmezdi. Burası iki insanın aynı anda zor sığabildiği kapkaranlık ve soğuk bir odaydı.

Dedemler yılın altı-yedi ayını o yaylada geçirirdi. Kuzenlerimle sırayla yanlarında kalırdık. Yaylamızda elektrik yoktu. Akşamları gaz lambası ya da löküs ışığında oturur, yemek yer, muhabbet ederdik. Dışarısı zifirî karanlık olurdu. Gecenin sessizliğini köpek ulumaları ve dağlardan gelen ürkütücü sesler bozardı. Bu sesler, çocuk hâlimle, nasıl da korkuturdu beni. Köyümüze iki saat uzaklıktaki yaylada hepi topu on beş-on altı kişi ya vardık ya yoktuk. Çocukluk işte. Korkum, birileri gelir de bizlere zarar verirler diyeydi. 

Evimizin üst tarafında bir ağaç vardı. Gölgesinde oturur kitap okurdum. Hayaller kurar, köy yolunu gözetlerdim. Bir araç sesi duyunca kalbim nasıl da küt küt atardı. İçimde tarif edemediğim bir sevinç olurdu. Annem köyden gelenlerle bir şeyler göndermiştir, umuduyla nefes nefese  kavakların gölgesine koşardım. Gelen hangi araç olursa olsun, dere kenarındaki kavakların gölgesinde dururdu. Yaylada kim varsa hepimiz toplanırdık. Köyden havadis sorarlardı gelen kişiye. Kim ne konuşursa konuşsun hiç umurumda olmazdı. Römorktaki çantalardan birinde, bana da bir şeyler gelmiş midir diye merakla beklerdim. Eğer bize bir emanet gelmediyse çok üzülürdüm. İste o zaman, boncuk gözlü anneannem teselli ederdi. Onlar üzülüyorlar diye çoğu zaman, kitap okuduğum ağacın altında gizli gizli ağlardım. 

Yaylada akşamları gökyüzüne bakıp yıldızları seyretmeyi çok severdim. Geleceğe dair hayaller kurardım. O günleri düşününce, şimdilerde derin bir özlem kaplıyor içimi. Yaylamızı öyle çok severdim ki.

Yatağımı tahta bir divanın üzerine açardım. Dedemle anneannem de yer yatağı yaparlardı. Löküs lambasını kapatır kapatmaz ikisi de hemen uykuya dalarlardı. Bense köyü, anne, babamı düşünür uyuyamazdım çoğu geceler. 

Sabah olunca anneannemin açtığı tahta kapının gıcırtısıyla uyanırdım. Sabahları çok soğuk olurdu. Yaylanın buz gibi keskin ayazı yüzümüzü, ellerimizi kurutur, çatlatırdı. Kerpiç ve topraktan kuzinemiz vardı. Anneannem sabah ilk iş kuzineyi yakar, üzerine çaydanlıkları koyardı. Dedem, ben kalkmadan çayı demlemiş olurdu. Anneannem ağıla gitmek için hazırlanırdı.

Bizim oralarda şalvara kındir derler. Kındirini  giyer, ağıla gidip süt sağmak için hazırlanırdı. Eski bir kazağı vardı. Üstüne onu da giyerdi, dirseklerine kadar bilekleri lastikli kolluklarını takardı. Basma kındirini çoraplarının içine koyar; ayağında kara lastikleri, elinde süt bakırı ağılın yolunu tutardı. Süt bakırının içine azıcık da su doldururdu. Koyun ve keçileri sağmaya başlamadan önce hepsinin memelerini su ile temizlerdi. Hayvanları sağarken dedem de anneanneme yardım ederdi. 

Yataktan kalkar kalkmaz, ilk işim dere kenarına gidip elimi yüzümü yıkamak olurdu. Sonra yaylanın temiz havasını içime çekerdim. Odaya gelir, anneannemler ağıldan çıkmadan yatakları toplar, çocuk hâlimle sofra bezinin üzerine siniyi koyardım. Peyniri, tereyağını, zeytini, domatesi sininin içine hazır eder, dedem ve anneannemi beklerdim. Anneannem ve dedem ağıldan çıkınca, evin on metre uzağındaki çeşmeye gidip ellerini yüzlerini yıkayıp gelirlerdi. Kahvaltı sofrasında muhabbet ederdik. Onların tatlı tatlı atışmalarına gülerdim. Kızarmış köy ekmeğinin üzerine tereyağı, tereyağının üzerine de peynir sürer yerdik. Anneannemin yaptığı tereyağı ve peynir öyle lezzetli olurdu ki. Keşke onu herkes tadabilseydi.  

Dedem saat 08.30 olmadan hayvanları çobana teslim ederdi. Anneannem sağdığı sütü çekerdi süt makinesinde. Bense kahvaltı tepsisi ile bulaşıkları yıkamak için dereye giderdim. Bulaşıkları yıkadıktan sonra süt çeken anneannemin yanına oturur, onunla sohbet ederdim. Sütün içindeki yağı ayıran makineye meraklı gözlerle bakardım. Süt çekildikten sonra yine makinenin parçalarını yıkamak için dereye giderdim. Anneannem her seferinde sıkı sıkı tembihlerdi. “Sakın dereye kaçırma parçaları, tamam mı kuzum?” diye. Süt makinesi de yıkandıktan sonra o bir göz odayı temizlerdik. Günlük işlerimizi bitirince, kitaplarımı aldığım gibi evimizin yukarısındaki ağacın gölgesine giderdim. Hayaller kurup köy yolunu seyre daldığım ağacın gölgesinde kitap okurdum.

Yaylada her hanede çocuk olmazdı. Dedem ve anneannem de beni çocukların yanına pek göndermek istemezlerdi. Kaybolup başıma bir şey gelmesinden korkarlardı. Bir araya geldiğimizde mutlaka bir yaramazlık yapardık. Arada arı çiçeği, adaçayı, kekik ve dağ çileği toplardık dağlardan. Hiç unutmam, bir keresinde arkadaşlarla dağ çileği toplamaya gitmiştik. Bazen biz çocuklar oyuna dalar, yayladan uzaklaştığımızı fark edemezdik. O gün akşama doğru evlere dönmediğimizi gören yayla sakinleri, bizleri aramak için yollara düşmüşlerdi. Rahmetli dedem ve anneannem nasıl da korkmuşlardı.

Yaylada akşamlar çok güzel geçerdi. Dedemin Kore gazisi çocukluk arkadaşı vardı. Aynı zamanda sadıçtılar. Bizim evin hemen yukarısındaydı evleri. Dedemin sadıcına “Koreli dede”, eşine de “Köfer nine” derdik. Akşam yemeği sonrası Koreli Dede, “Sağdıç” diye bağırırdı. Dedem karşılık verirdi “Koreliiii!”. Evden eve türküler söylerlerdi. Akşam yemeği sonrası ya onlar bize gelir ya da biz onlara giderdik. Akşamları löküs lambasının başında kös oynardık. Anneannem elinde şiş, patik örerdi. Bazen de birlikte yün eğirirdik. 

Dedem, anneanneme İstanbullu diye seslenirdi. Oysaki anneannemin adı Nazife’ydi.  Nedenini  öğrenene kadar İstanbullu ismini çok sevdim ben. İstanbullu denmesinin nedeni de ayrı bir hatıranın konusu. Hatıralar sayesinde çokça özlem taşıdığım yayladaki çocukluğuma, löküs lambası ışığında muhabbet ettiğimiz akşamlara zaman zaman misafirliğe gidip geliyorum. Gülümseyen gözleriyle  yüreğimi ısıtmaya devam eden dedem ve anneannem karşılıyor beni. Bu dünyada olmasa da hatıralarımda yaşamaya devam ediyorlar. Sevgiyle ve özlemle…