Nihat Ziyalan (1936,-) ilk şiirini 1953’te yayımlamış ve o günden beri şiir ve edebiyatla yaşayan bir şair ve sinema emekçisi. Yılmaz Güney’le çocukluk arkadaşı olması onu sinemayla buluştururken Özdemir İnce başta olmak üzere dönemin tüm bilindik şairleriyle dostluklar kurması da onu edebiyata yöneltmiş. İkinci Yeni içinde şiire başlayan Ziyalan, zamanla kendi orijinal sesini yakalayarak Türk şiirinde önemli yer edinen bir şair. Cemal Süreya’nın Papirüs dergisinde adına özel sayı hazırlanırken yine aynı derginin çıkardığı İkinci Yeni Antolojisi’nde de şiirleriyle var olmuş biri. Türk sinemasının krize girdiği 1980’de sinemayı ve de çok sevdiği vatanını terk ederek Avustralya’ya yerleşmiş ve edebiyat hayatına burada devam ediyor. Bugüne kadar sekiz şiir kitabı, hikâyeler ve romanlar yazan şairle Sydney’deki evinin güzel bahçesinde şiirden, edebiyattan ve hayattan konuştuk, sıcak bir söyleşi yaptık; biz sorduk o da samimiyetle cevapladı.

Semih Yılmaz: Şiir serüveninizi özetleyecek olursanız şiir anlayışınızdaki gelişim aşamaları nasıl gerçekleşti? Şiire nasıl başladınız, şimdi kendinizi nerede görüyorsunuz?

Nihat Ziyalan: Gecekondu doğumlu bir şair olmamın şimdiki vardığım yere etkisi çoktur. İkinci Yeni sonrası kendi yatağımı bulmak için kendimi zorladığım şiirlerde geriye dönüp baktığımda hep seçkinlere seslenen bir şiir yazmaya başlamışım. O da belki önemlidir ama şu an benim için önemli olan hiç şiir dinlememiş birini bile içine almaya çalışan bir şiir yazmaya çalışıyorum. Bunun için seçtiğim yol da yalınlık. Daha da ileriye gideceğim, şimdi sezgisel bir yalınlığa varmak istiyorum ama bu da çok zor. Bunun altından kalkabileceğimi sanmıyorum ama altından kalkmaya çalışmam gerek.

Ben yurdumun insanının -bunu hamasi anlamayın- sorunlarını, dertlerini dert edinen bir insanım. Bu gecekondu doğumlu bir şair olmamın, yalınayak gezen bir çocuk olmanın haddini bilmesidir. Şimdi seçkinler için bir şiir yazmayı kabul edemem. Şimdiki yolum nereye varacaksa bilemem ama şiir varılacak bir şey değildir. Şiir ele avuca, sözcüklere sığmayan bir inşa işidir. Ama bu çok zordur, şiir kaçan bir şeydir. Onu ne kadar kovalarsan kovala kaçar.

S.Y: İlk şiirlerinizde nasıl bir anlayış içerisindeydiniz? Daha sonra bu nasıl bir değişime uğradı?

 N.Z: İlk şiirlerimi yazarken kuş kondurmaya çalışan bir çaba; yani aman hayrete düşüreyim, aman işte desinler ki ne kadar güzel, adama bak 100 metre atlamış… Ben oyun oynamayı sevmeyen bir şair oldum sözcüklerle… Sözcüklere yalın anlam yükleyerek yani soyut çıplak hâliyle ama hisle, hayal gücüyle girdiğin zaman çok değişir; başka türlü söylersin. Mesela “Tepsi” şiirimde “gümüşten değil, hayal kadar bir tepsi” diyorum. Hayal kadar bir tepsi nasıl olur? Sınır koyamazsın. Başlangıçta kendini sıkmak için zorlayan, daha doğrusu seçkin kesime seslenmek için daha da ileriye gideyim. Batılı bir şair gibi yazmak için kendimi zorlamıyorum. O günler geçti gitti ama buraya varmam şiirimi yoğunlaştırdıkça, üstünde durdukça vardığım bir yer bu, o sıralarda da belki bu yaşadıklarımı geçirmem lazımdı. Şimdi geçen o yıllara hayıflanıyorum, demem yersiz; önemli olan şimdi vardığım yer. Daha da varmak istediğim yer. O yeri çok iyi biliyorum: Sezgisel yalınlık… Ama buraya da çok zor varabileceğimi sanıyorum. Kolay değil… Böyle bir sezgisel yalınlık okuyucunun zihnini açar. Şiir okumayı sevmeyen bir okuyucuya bile benim şiirimi okuttuğun zaman başka şiirimi de okumasını isterim. Okuma isteği uyandırmasını isterim. Bu onun kafasına girip şiir yürüdüğü zaman, benim şiirimi hissettiği zaman okuyucu yavaş yavaş soru sormasını öğrenir. Soru sorarak etrafına bakar, çünkü ben her söylediğim şiirde bir şey söylemeye çalışıyorum. Ama bu kesinlikle slogan olarak anlaşılmasın. Bu milliyetçilik falan değil. Ben insan yanından sorular sormak istiyorum. Mesela, diyorum ki: “Dünya nimetlerinden herkes eşit olarak faydalanmalı”. Şiirimde bu olsun istiyorum ama bunu da şiirle söyleyeyim.

 S.Y: Şairlerin şiir poetikaları olur genelde. Sizin de “Güvercin Uçuşu” kitabınızda “Şiir” başlıklı bir şiirinizde bazı açıklamalarınız var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

N.Z: Bunları söylerken hepsinin şiirin içinden geçerek kâğıda dökülmesi önemli. Yeniden bir inşa etme olayı vardır. Bunda duygu ve duyular karışır işe. Duyuların köpürttüğü zihinsel coşku. O zaman öyle söylemişimdir, o zaman için doğru olabilir. Ama şimdiki şiir anlayışımla onları tekrar söylemek isterim.

 S.Y: Şair olarak bir şiire başladığınızda şiir yazma süreciniz nasıl gelişiyor? Çabuk mu yazarsınız, demletir misiniz şiirinizi ya da hep farklı mıdır bu?

N.Z: Hayır farklı değildir, birbirine çok yakındır. Mesela, ben 15-20 gündür bir tema üzerinde çalışıyorum: “Karanlığa akrep-yelkovan.” Tema bu. Bu, bir türlü gelişmiyor; tema tamam, buluyorsun sezerek ama bu şiirle 15 gündür uğraşıyorum, karalamalar falan… Başlamaya çalışıyorum, temel harcını atmaya çalışıyorum ama hâlâ becermiş değilim. Her şiirimde bu böyle oluyor. Ben bir şiiri bitirdiğim zaman -yeminle söylüyorum- bir başka şiire başlayamayacağım korkusu içerisinde bitiriyorum. Ezberden kendi şiirimi okumam ama şiir yazarken şiiri ezberlerim. Bir şiiri 100-150 defa kafanda çevirirsen, ölçüp tartarsan, demine ve tadına bakarsan, tabii ki ezberlersin. Şiiri bitirdiğim zaman onun ritmi, ahengi, geçirgenliği hepsini yani bir inşa ederken şiirimi yeni korkular başlıyor acaba yenisine başlayabilecek miyim diye? Çünkü her tema bir gizdir, bulmacalar vardır içerisinde, tılsımlar vardır. Geçenlerde kaybettiğim sevdiğim bir insan beni aradığında, ona okuduğum bir şiiri göndermiştim, şiiri okuduktan sonra şöyle yazmış: “Nihat Abi, şiirini anlatmaya çalışıyorum ama anlatamam. Öyle bir çekiciliği var ki söyleyebileceğim tek şey: Tılsım.” 

S.Y: Yazar olmanın yanında şairlik her zaman ön planda mı?

N.Z: Bu yazdıklarımın alt yapısı şiirdir. Çünkü şiir, her kurmacanın içinde çakar, gider. Dile işlerlik kazandırır. Zihne atılımlar yükler şiir. Bütün romanlarımda, öykü kitaplarımda ve oyunlarımda bunu görürsünüz. Hani “şiirli bir dil” derler ya, hayır, altyapısı şiir olan bir yazarın yazdıklarıdır bu! 

S.Y: Pek çok şiir kitabınızda çoğu şairde bulunmayan bir özellik olan “ithaf”lar var. Şiirlerinizin üçte biri yakını arkadaş, dost ya da yakınlarınıza ithaf edilmiş. 

N.Z: Ben dostlarıyla yaşayan bir insanım ve dostluklar benim için çok önemli. İsterdim ki her bir şiirimi bir dostuma, arkadaşıma adayayım. Ben bir armağan gibi görüyorum yazdıklarımı. Geçende “Günaydın” diye bir şiir bitirdim, bir arkadaşıma gönderdim okuması için. O da “Nihat Abi, bunu bana ada ne olursun.” dedi. Şimdi ben kıramam onu, adadım. Keşke her şiirimi adayabileceğim çok dostum olsa.  Ben herkesi dost gibi görürüm ama dostları tarafından arkadan bıçaklanmış da bir insanım. Buna rağmen adarım, bırakın da adayayım.

S.Y: İlk iki şiir kitabınızın orijinalleri üzerinde değişiklikler yaptığınızı gördüm. Basılı şiir kitapları üzerinde değişiklik yapmak çok rastlanan bir şey değil. Bunu açıklayabilir misiniz?

N.Z: Bu, o şiirlerimi şimdi okuduğumda beğenmediğimi gösterir. Onlardan kurtulup şimdiki dilimle söylemek istediğimi gösterir. Şiir anlayışıma uygun olarak yeniden söylemek istediğimi gösterir. Aslında yapılmaması gerekir ama ben yapıyorum, çünkü ben öyle kalıplara uyan bir insan değilim. Her türlü çivisi çıkıklığı şiirim üzerinde yapabilirim. 

S.Y: İlk şiir kitabınızın ismini Ülkü Tamer koymuş. Sizin koyduğunuz bir isim var mıydı?

N.Z: Ülkü, “Şiirlerini gönder.” dediğinde gönderdim; isim falan koymamıştım. Hatta kitap olarak basacağından da haberim yoktu. Bir gün postadan kitaplar geldi. Adını da o koymuş. Eşi bulunmaz bir delikanlı şairdi.

S.Y: İlk kitabınızı yayımladığınız 1963’ten 1980’e kadar yeni bir kitap yayımlamamışsınız. 17 yıl geçmiş üzerinden. Bu sinemayla ilgili o dönemdeki yoğunluğunuzdan mı kaynaklandı?

N.Z: Tabii ki ekmek parası kavgası işin içine girince, koştururken yazdığın şiirler kitaplaşmasa da olur, nasıl olursa bir gün kitaplaşır, diyorsun. Bu gerekçeden ötürü. Şiir beni kurtaran bir kaynaktır. Bir banka hesabı gibi, şiir beni ayakta tutan, moral verip güçlendiren, kan veren bir şeydir. 17 yıl ekmek parası peşinde koşturan bir Nihat vardı, ama şiir hiçbir zaman durmadı. 

S.Y: Avustralya’ya geldikten sonra yaşadığınız sıkıntıları kendi hayatınızla örneklerle romanınızda da anlatıyorsunuz. Bu sıkıntılar şiirinize nasıl etki etti?

N.Z: Söylediğin o sıkıntıları derinden hissetmiş biriyim. Tüm bunların altında ezilmememe, ayakta durmama tek neden yazmamdır. Ben yazmaya sığındım. Yazdığım zaman çok rahatladığımı hissettim. İbadet etmiş gibi, namaz kılmış gibi rahatlamış hissettim kendimi. Yazmak bana iyi geliyor, dedim. Dilime sarıldım. Beni burada kurtarıp ayakta tutan ana dilim ve ana dilimi yazarak genişletmek oldu.

S.Y: Bununla bağlantılı olarak Avustralya’dayken şiirlerinizi İngilizce yazmayı hiç düşündünüz mü? Ya da şiirlerinizi İngilizceye çevirmeyi düşündünüz mü?

N.Z: Çok tuhaftır, gülmeniz ve dangalaklığımı anlamanız için söylüyorum. Ortaokulda İngilizceye başladık. Önce harfleri söylüyorsun. Onları öğrendikten sonra teneffüste, Ülkü Tamer İngilizce nasıl yazılır, diye düşünüyorum. Yani İngilizce yazmaya bu kadar başta meyilliyken ki sonra özel isimlerin değişmeyeceğini fark edince kendime de “Yuh!” dedim. Fakat buraya Orhan Pamuk geldiğinde her gün onunla gezdim, yürüdüm beraberce vakit geçirdik. Hem Orhan Pamuk’u tanıdım hem de onunla ilgili düşüncelerimi geliştirdim. Kim ne derse desin, beğenirim; kişiliği değişiktir, her şeye maddi olarak bakar ama hak veriyorum. Yazdığıyla geçinen birisi olduğu için hak veriyorum. Fakat bu bana ters gelen bir durum. Bir gün parkta beraber gezerken Hyde Park’ta bir durum oldu, birileriyle İngilizce konuşmaya başladı ama çok akıcı bir İngilizce. Şaşırdım. Sen niye İngilizce yazmıyorsun, diye sordum. İngilizceyi iyi bilirim ama o dilde hissedemem, dedi. Ana dilimde ancak hissedebilirim. Bunun için Türkçe yazıyorum, dedi.  Yani bu benim şiirim için de böyledir. İngilizce yazmaya çalıştığım zamanlar oldu ama buralı yabancı tanıdığım yabancı şairler de beni İngilizce yazmaya zorladılar. Bunu yaparsam kendime ihanet olacağını fark ettim. Ondan sonra kesinlikle yanaşmadım. Çünkü bir insan kendini ancak ana diliyle ifade edebilir. 

S.Y: Avustralya’ya geldikten sonra da Türkiye’deki edebiyat ve sanat ortamından kopmuş oluyorsunuz. Sizde sanki bu kopukluk çok olmamış gibi. Dostlarınız ve onlarla ilişkileriniz çok fazla.

N.Z: Ben dostlarımla yaşayan bir insanım. Bana her ay iki üç tane posta gelir; dergiler, kitaplar… Bunları bana göndermeyi iş edinen dostlarım var. Bunların başında rahmetli Ferhan Şensoy gelir. Rahmetli Mehmet Bacaksızlar, Ata Karazincir gelir. Aslında kimden bir kitap istesem gönderirler ki posta parası da pahalıdır. Dergi editörleri beni çok kolladılar. Sydney’de gurbet özlemini Nihat’a pek hissettirmeyelim, dercesine şiirlerimi, yazı ve öykülerimi isteyip bastılar. Sağ olsunlar, bu beni bir yerde hayata bağladı. Öyle gözükse de ben Türkiye’den pek kopuk değilim. Çünkü ben hâlâ baba evinde yaşayan bir Nihat gibi yaşıyorum burada. En sevdiğim yemek bulgur pilavı. Ülkeme çok bağlıyım. Ülkemin şimdilerde suskun kalmasından her ne kadar biraz küskün olsam da onlara rahatlarını bozmadıkları, ailelerini düşündükleri için de biraz hak veriyorum. Ama ben bunu kabul edemiyorum, bir düş kırıklığı içindeyim. 

S.Y: Ben slogan şairi olmadım ama hep muhalif bir şairdim, diyorsunuz. Muhalif şair size göre nasıl olmalı?

N.Z: Muhalif olmak için, söyleyeceğin şeyin içine -bir aşk şiiri söylesen bile- soru işaretleri; neden, niçinleri koyabilmek çok önemli. Ben slogan şiire şunun için karşıyım: Yazılsın, hatta bu zamanda yazılmalı; ama slogan şiirde şiirin nasıl başlayacağı, nereye gideceği ve nerede biteceği bellidir. Ama şiiri kalıplara hapsedemezsin, kusar. 

S.Y: İkinci Yeni şairleriyle ciddi dostluklarınız vardı. Anılarınızı yazmak isteseydiniz kimler içinde olurdu bunun?

N.Z: Hepsi olurdu. Yazmayışımın sebebi onların şiirlerinde beğenmediğim, tutmadığım yanlarının altını çizmek istemediğimdendir. Bugün Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan; hepsini yazarken hoşluk olsun diye yazmak istemem. Bugün İkinci Yeni’yle anılan şairlerden ayrı bir yere koyacaklarım var. Birincisi Ece Ayhan, ayırırım onu; çünkü onun şiiri kendine ait bir ses taşır. Ülkü Tamer’i ayırırım; o da ayrı bir sestir ve diğerleriyle yan yana koyduğunda bu Ülkü’nün şiiridir, dersin. Özdemir İnce’nin şiirini koyarım, o da ayrıdır. Üç şair saydım size. Fakat İlhan Berk, bugün onu okuyup düşündüm; çok yakın arkadaşımdı. O, diğer şairlerden dize çalan ve bunu kendine hoş gören… Benden çok dizeler aldı, Ülkü’den aldı. Çok beğendim,  aldım diyor; hesap verme gibi bir durumu da yok. Ben başkalarından dize yürüten, şiirinde kullanan, altına not da düşmeyen bir şairin şiirine nasıl güvenebilirim? Demin adını andığım arkadaşlarım Metin Eroğlu, Edip Cansever, -ki onun şiiri de kendine özgü bir sestir- Turgut Uyar, Cemal Süreya, İlhan Berk, Dağlarca da ayrı ayrı birer sestir. Bu arkadaşlarımız nasıl oluyor da İkinci Yeni çıktığında tak diye birinci yeni gömleğini çıkarabiliyorlar? Bizim yazdığımız şiirler; Özdemir’in, benim, Yılmaz Güney’in ki o öyküler yazardı ama bizimle aynı anlayıştaydı. Biz zaten yazıyormuşuz İkinci Yeni’yi. Farkında değildik. Onlar dediler bize, “Ya sizin yazdıklarını İkinci Yeni işte” diye. Özdemir de bunu yazdı zaten “Biz yazıyorduk zaten İkinci Yeni’yi” diye.  Ama biz bir çete olmadık. –Bir çete mi vardı?– Tabi ki, çeteler vardı; birbirlerini tutan şairler, şiirleri önemsenmeyecek şairlerin bir araya gelip isim olmaları için devamlı olarak fokurdatılan… –Siz buna yayınevi parlatması demiştiniz bir yerde- elbette yayınevleri de bu işin içinde, ödül dağıtımında da varlar. –Ödüllere karşıyım, diyorsunuz– Karşıyım demiyorum. Diyorum ki bu kitap hiçbir ödüle katılmayacaktır. Son çıkacak kitabım “Sevdakeş” o da katılmayacak. Neden, çünkü verilecekse ödül genç arkadaşları özendirmek adına verilmeli, bizim gibi yaşlı yazarlara verilmesine gerek yok. 

S.Y: Muzaffer Buyrukçu sizinle alakalı olarak “İkinci Yeni’de komutanlar vardı, Nihat Ziyalan bir komutan olmadı ama İkinci Yeni’nin en çalışkan askerlerindendi. O olmasaydı o kumandanlar da olmazdı diyor. Buna yorumunuz nedir?N.Z: Bence Muzaffer bunu abartmış, yanlış bir yorum. O kumandanlar kendilerini kumandan zannettiği için kumandandır. Bizler de gecekondudan çıkma, yalınayak gezen, koşturan, şiirin sokak çocukları olarak şairleriz. Biz hiçbir zaman şiirden bir rütbe beklemedik, şu anda da beklemeyiz.