“Bir iki Fredy senin için geldi. 

üç dört kapını sıkı sıkı ört

beş altı yakala haçını

yedi sekiz yatağa geç gireriz

dokuz on artık uykuya son” *

Devlet hastanesinin çay bahçesinde oturuyordu. Halasını ziyarete gelmişlerdi. Annesi hasta odasında, halasının yanındaydı. Saat gece yarısını geçmişti ama etraf kalabalıktı. Birkaç adam, büfe önünde sıraya girmiş; çocuklara meyve suyu, çikolata ve şeker almayı bekliyordu. Hiç durmadan çay ve kahve servisi yapılıyor, masaya ilave şeker isteniyordu. Yaşlı çınar ağaçları ile kaplı; aynı acıları, dertleri paylaşanların rutubetli uğultusunun hâkim olduğu bu küçük çay bahçesinde hasta yakınlarının sesleri çay kaşığı seslerini bastırıyordu.

Arya meyve suyunu höpürdetene dek içine çekti. Ardından kendisini masaya bırakıp çenesini kollarının üzerine yerleştirdi. Uğultuyu duymuyor, sesleri ayırt etmeye çalışmıyordu. Çoğu zaman bir düğün salonu dolusu insanın içinde dahi bulunduğu ortamdan ruhen uzaklaşır ve yalnızlaşırdı. 

O hastane gecesinde de yine aynı ruh hâli vardı üzerinde. Hava sıcaktı. Rüzgâr ılık esiyor, yaprakların hışırtısını masaya taşıyordu. Belli belirsiz bir tekerleme ile rüzgâra eşlik etmeye başladı. Bir iki Fredy senin için geldi…” 

Çay bahçesinin istisnasız her masasından kolaylıkla görünen bir ağacına küçük bir televizyon monte edilmişti. Televizyona en yakın masaya geçip pür dikkat izlemeye başladı. Henüz ilkokulda olmasına rağmen korku filmlerini çok severdi. Filmde bir salgın anlatılıyordu. Salgının bulaştığı herkes yavaş yavaş mazoşist oluyor ve kendilerine zarar veriyorlardı. İki sevgili kendilerini bir hücreye kilitliyorlar, burada en azından bir süre dinlenebilmeyi umut ediyorlardı. Sonrası malum; sarılıp korkuyla uykuya dalıyorlardı. Birkaç saat sonra çocuk gözlerini açtığında maalesef kız arkadaşına da virüs bulaşmış olduğunu ve kızın etrafta bulduğu iğne gibi eşyaları kendine sapladığını görüyordu.

Arya, uğultunun içinde babasının seslendiğini duydu. Ziyaretleri bitmiş eve gidiyorlardı. O zamanlar bir filmi asla yarım bırakmazdı.  Hele ki korku filmi ise bir şekilde bitirir, mutlu/mutsuz sonu görmeden rahat edemezdi. Araba ile beş dakika uzaklıktaki evlerine vardıklarında merdivenleri hoplaya zıplaya, üçerli beşerli çıkıp televizyonu açtı. Babasının gelip zaten izlemiş olduğu maç özetinin  özetini de izleyeceğini hesaba katmamıştı. Dizlerine kapanıp yalvarsa dahi fayda etmeyeceğini bildiğinden sessizce kanepeye tüneyip “Acaba ne yapabilirim?” dünyalarına çoktan geçiş yapmıştı. Üç dört, kapını sıkı sıkı ört!”

Tek çözüm terasa çıkmak ve kafası eserse çalışan TV’yi açarak şansını denemekti. Gece yarısıydı. Terasta onu bekleyen şey TV’nin içindeki sıradan bir korku filmi değil, senaryosu ve kurgusuyla Oscarlık bir korku alanıydı. Her zamanki gibi derin bir nefes alıp kendisini ikna etmeye çalıştı. “Orası eski eşyalarla dolu, biraz kirli, biraz da karanlık ve belki de birkaç farenin olduğu ama gündüzleri neşe içinde tüm mahalle çocuklarıyla oyun oynadığımız bir yer. Gündüz ruhu olmayan eşyalar, gece canlanıyor olamaz ya! Hadi! Yapabilirsin!” 

Cesaretini toplaması uzun sürmedi. “Film bitmemiştir inşallah.” diye dua ederek: “Anne, ben bir terasa çıkıyorum!” nidasını salonun orta yerine bıraktı. Nasılsa kısa zamanda yankısı o sırada mutfakta olan annesine ulaşacaktı. Apartman iki katlıydı. Üst katta dedesi ve babaannesi oturuyordu. Teras kardeşleri ile ikinci evleri gibiydi. Bu sebeple bu eyleminin başkaldırı gibi hissedilip soruna dönüşeceğini sanmıyordu. 

Terasın geriliminden ve de TV’nin çalışıp çalışmamasından önce aşılması gereken kocaman bir engel vardı. “Ya merdivenin ışığı yarı yolda sönerse!” Hep böyle olurdu. Ablası tek nefeste çıkabiliyordu ama Arya henüz bunu başaramıyordu. Bu yüzden yarı yolda kalıp ışıkta görünmeyen, karanlıkta ortaya çıkan ve ne olduklarını bilmediği birtakım sıfatsızlar tarafından yakalanabilirdi. Yine derin bir nefes alıp lambayı yaktı ve yayından fırlamış ok gibi merdivenleri soluksuz tırmandı. Terasın ışığını açması ile merdivenin ışığının sönmesi aynı ana denk gelirse o gün tüm evrenin kendi etrafında döndüğünü sanırdı. Ama o gece de yine birkaç basamak önce ışık söndü. Çünkü bunu başarabilmek v=x:t’ye tersti. 

Bir şekilde TV’yi çalıştırmayı başardı. Etrafında gözüne ilişen bir iki çarşafla, gözleri hariç tüm vücudunu sarıp sarmalayıp kendisine güvenli bir bölge oluşturdu ve filmi sonuna kadar izledi. Artık yarım kalan olayları zihninde tamamlamak zorunda kalmayacaktı. Bunu ne zaman yapmak zorunda kalsa işin içinden çıkamıyordu. Aynı çarşaflara daha da sıkı sarılarak aşağı indi ve dudaklarının iradesiz titremesine aldırmadan kendisini yatağa attı: Beş altı, yakala haçını!”

Arya, her şeyden korkan ama bunu kendi içinde aşmaya çalışan bir çocuktu. Her zaman arkasından birileri takip ederdi. Yatağının altı başka bir boyuta açılan tavşan delikleri gibiydi. Tuvalet deliğine kapak alınınca “Allien”ın kapağı açamama ihtimali biraz içini rahatlatmıştı ama yine de orda olduğu düşüncesinden kurtulamamıştı.   

Doğup büyüdüğü ev çoğu zaman kendi iç dünyasında ona yabancılaşırdı. O apartmanı tabandan tavana dedesinin yaptığını bilse de “Sanki başkasınınmış da varlığı ile hazretlerini rahatsız ediyormuş.” gibi hissederdi. 

O geceyi de diğer geceler gibi yorganına sıkıca sarılarak geçirdi. Sadece oksijen girebilecek küçük bir hava boşluğu bırakarak uykuya daldı. Sıfatsızlar kesinlikle uyuduğunda etrafında olamıyorlardı. Bunu zihnine derin bir şekilde kodlamıştı. 

O Oscar’lık performansı takip eden gecelerden birinde babası terastan vida getirmesini istedi. Eline de örnek bir vida tutuşturdu. Vidalar terasın koltuklu kısmında değil, odunluk tarafındaydı. “Baba, korkumdan altıma yaparım ben orada.” diyemedi. 

Aynı merdiven seremonisini tamamlayıp “Euzubillahi”lerle odunluk tarafına geçti. Çömelip yerdeki kutuda vidaları ararken âdeta hiç nefes almıyordu. Çok yavaş hareketlerle, ses çıkarmadan, vidaları korkudan buz tutmuş avucuna koyarken aniden ablası camdan “BÖÖÖÖÖ!’ diye fırlayıverdi. Arya avucundakileri fırlatıp dizlerine kapandı. Kalbi göğüs kafesinden fırlarcasına çarpıyor, nefes alışverişlerini düzenleyemiyordu. O an âdeta ruhu ile pazarlığa tutuştu. Ablası bu kadar korkacağını düşünememişti. Telaşlandı. Biraz sakinleştikten sonra aşağı indiler. Yedi sekiz, yatağa geç gireriz.”

Arya o gece yorganının içinde tir tir titrerken bir karar aldı. Saatler geçmişti ve hâlâ ritmi düzelmeyen kalbinin sesini duyabiliyordu. Bu zamana kadar daima korkularının üzerine gitmişti. Eğer cesur olursa korkularından kurtulacağını ve onların yok olacağını düşünmüştü. Nihayetinde hiçbiri gerçek değildi. Hepsi beyninin ona bir oyunuydu.  Ama bunun sorunu kesinlikle çözmediğini fark etti. Dünyadaki tüm korku filmlerini izlese ve olası bütün finalleri ezbere bilse dahi yatağının altındaki sıfatsızlar onu terk etmeyeceklerdi. Karanlık bir merdivende ya da tuvaletle oda arasındaki sarı ışıklı koridorda her zaman arkasında bir nefes hissedecekti.  Korku ve kızgınlıkla, kesik kesik nefes alırken sessizce tekrar etti: “Onlar gerçek! Onlar gerçek!” 

Karabasanlarla sabahladığı o geceden sonra onlarca arkadaşı oldu. Zehirli yılanlar, tek gözlü devler, lanetli cadılar… Artık büyük bir gizemin içinde değildi. Bu dünyada elbette gördüklerinden daha fazlası vardı, olmalıydı ve kâbuslar; sanılanın aksine belki de herkes için bir lütuftu. Bu psikedelik dünya asıl korkması gereken ya da korktuğu yer değildi. Kafasında canlandırdıkları, somut dünyadaki korkularının yalnızca karanlıkta fısıldayan akisleriydi. Zararlı olan, onu inciten, entropik bir çemberin içine hapseden onlar değildi. Onlar sadece dış dünyadaki korkularının metaforlarıydı. Gerçek korkuları ise çok yüksek sesliydi. Öyle ki kendi sesini sadece şarkı söylerken duyabiliyordu: “Dokuz on, artık uykuya son!”

* “Elm Sokağı Kâbusu” filminde geçen tekerleme.