Ocak ayı sıcak ve nem demekti, dünyanın öbür ucunda. Kumsalın bulunduğu sokağın hemen sonunda kahve satışı yapan bir işletme vardı. Saatine baktı; “Açılmış, kahve kokusundan belli!” dedi mırıldanarak. Adımlarını hızlandırarak ulaştı. Kapısı ve pencereleri açık olan küçük işletmeden, sıcakla birlikte beyninin en uç noktasına kadar ulaşan kahve çekirdeklerinin kokusu, iştahını bir kat daha arttırmıştı. “Karton bardaklarının baskı kalitesi ve üzerindeki sanatsal renkler göze çok iyi hitap ediyor.” diye geçirdi içinden, üzerine sabah güneşinin aksi vururken. Biraz daha gittiğinde denizin uçsuz bucaksız, masmavi görüntüsüyle karşılaştı. 

Bir çıplak yamacın altına, Pasifik’in veda köpüklerinin vurduğu kayalıklara oturdu. Tatlı bir esinti eşlik ediyordu kahvesini yudumlarken. Sarı enerjinin zarafeti ve turkuaz inceliği, manzaranın inanılmaz güzelliğini oluşturuyordu. Kahvesinden bir yudum daha aldı. O anda sahildeki dalgaların erişemediği kum tanelerinden oluşan, mezara benzer bir şekil almış birkaç yosunu fark etti. Bu yeşilimsi ve siyahımsı yosunların üzerinde ufacık bir dal parçası vardı. Sonra küçük ve yeni mezar şeklindeki tepeciğe ilişiverdi gözleri. Doğruldu ve birkaç adım atarak yaklaştı. Tepeciğin çevresindeki karınca kolonisini fark etti. Hepsi cenaze namazı kılar gibi dizilmişlerdi. Vefat eden arkadaşlarına matem tutuyorlardı. Yas tutmaları ve ölüm sonrası özen gösterme davranışları… Bir an donakaldı. Avustralya’ya geleli 4 yılı geçmişti. Bu küçücük karınca dünyası, onda bir farkındalık oluşturmuştu. Ne bir cenaze törenine katılma fırsatı bulabilmiş ne de bir mezarlık ziyaret edebilmişti. Saatine baktı. Gün yeni başlıyordu. “Bugün kesinlikle bir mezarlık ziyaret etmeliyim.” diye düşündü. “Nasıl olur da bugüne kadar bu ziyareti unuturum?” diye hayıflandı. Telefonundan en yakın mezarlığa baktı. Bulunduğu yere çok fazla uzakta olmayan, üstelik deniz manzarasına sahip bir mezarlık olduğunu fark etti. Yol kılavuzunu ayarlayarak kabristana doğru yol almaya başladı. 

30-35 dakika sahil boyunca yürüdükten sonra tepedeki mezarlığı görmüştü. Denizin masmavi rengini izleyen bu mezarlık, -konumundan olsa gerek- kendisine huzur vermişti. Farklı duygular arasında kaybolmaya başlayalı çok da olmamıştı. Mezarlığın içinde belirli aralıklarla dikilmiş küçük aydınlatma direkleri ve yemyeşil ağaçlar vardı. Genelde gece ortaya çıkan, gündüzleri ise ağaçlarda asılı olarak dinlenen ve Avustralya’ya özgü yarasaların çığlıkları, yaşlı tropik ağaçlar arasında belirli aralıklarla yankılanıyordu. Uçan tilkiler, biraz içini ürpertmiş olsa da yürürken tabiatın tüm seslerini duyabiliyordu. 

Girişteki sol taraf, Hristiyan mezarlarının olduğu kısımdı. Bazı mezarların üzerinde mermer, granit veya mermer-granit karışımı devasa haçlar, bazılarının üzerinde gösterişli melek heykelleri vardı. Sağ tarafı ise Müslüman mezarlarının olduğu kısımdı. Zaten doğrudan fark ediliyordu. Müslüman mezarlarında baş taraf batıyı, ayaklar doğuyu gösteriyordu. Hristiyan mezarlarının ise baş tarafı güneyi gösteriyordu. Müslüman ülkelerde mezar taşları ve minareler de kıble istikametine bakardı. Çevrede cami yoktu. “Büyük ihtimalle o kurala uyulmuştur.” diye düşündü. Mezarlıkta Müslümanlara ayrılmış kısımda her ülkenin vatandaşı olduğu gibi neredeyse tüm farklı mezhep ve düşüncede Şii, Alevi, Sünni, Vehhabî ve Selefi mezarları yan yanaydı. İnce işçiliğin ve zarafetin surete bürünmüş hâli olan bu mezar taşlarının ruhlarla diyaloğu onu mest etmişti. El emeği, göz nuru sanat vardı her birinde. Biraz daha ilerleyince Katolik, Ortodoks, Ermeni, Rum, Asuri-Süryani, Budist, Hindu, Yahudi, Agnostik ve Ateist mezarlarının olduğu kısımları gördü. “Karıncaların tek saf olduğu gibi tüm insanlık tek saf.” diye içinden geçirmeye devam etti. Hepsinin üzerlerinde bulunan dinî, kültürel ve sanatsal kısımlarına ayrı ayrı büyülenmişcesine baktı. 

Yukarıdaki hikâyeyi okuyan babasına hayranlıkla bakan oğlu, gözlerini derin uykuya kapatmadan önce mezarlık ziyareti yapmak istediğini söyledi. Oğlu uyumuş, kendisi ise hikâyenin etkisi ile çok uzaklara dalmıştı. Parmaklarını, uyuyan oğlunun kıvırcık saçlarında dolaştırırken Osmanlı mezarlıkları geldi aklına. Devlet-i Aliyye’nin mezar taşlarına nakşedilmiş olan ifadelerdeki letafet, insanı hep büyülerdi. Kendisi de her zaman büyülenmişti. O letafeti, huzuru ve inceliği şimdi Avustralya’da görüyordu. Askerliğini de Çanakkale Gelibolu’da yapmıştı. Bir an oralara gidip geldi sanki, dilinde dua ve fatihalarıyla… 

Aklına Çanakkale’nin ilk şehitleri Gül Muhammed ve Molla Abdullah geldi. Bunlar Afganistanlı 2 Müslümandı. Ekmek parası için Avustralya’ya gelmişler, Broken Hill’e yerleşmişlerdi. Bu iki mücahit, “Çanakkale’nin ülke dışındaki ilk şehitleri”ydi. 

Yerinden hafifçe doğruldu ve yan tarafındaki çalışma masasına yöneldi. Avustralya’daki mezarlar hakkında bilgi almak için bilgisayarının arama motoruna “Avustralya’daki mezarlıklar” diye yazdı. Dünyanın en iyi mezarlıklarının Avustralya’da ve en iyi mezarlığının da Victoria eyaletindeki Melbourne şehrinde yer alan Springvale Mezarlığı olduğunu öğrenince aslında çok da şaşırmamıştı. 

Sanal mezarlıkta, mezarları bir süre dolaştı. Daha sonra yerinden kalktı ve pencereye doğru ilerledi. Gece yarısı olmasına rağmen yaz sıcağını hissedebiliyordu. Gökyüzünü seyre dalmıştı ki bulutların harekete geçmesiyle yağmur damlalarının yere düşmesi bir olmuştu. Yağan yağmur damlalarının eşliğinde derin düşüncelere daldı… 

Kabir ziyareti, dünya bağını kırar, âhireti hatırlatırdı. Oğluna okuduğu bir hikâye, onu sanal mezarlığa kadar getirmişti. Her toplumu kucaklayan mezarlıklarda, ruhların diyaloğu huzur içinde dinleniyordu. Bir yandan şimdilerde mezarların pek çokları için bir şey ifade etmediğine hayıflanırken diğer yanda da ruhların diyaloğuna bir kez daha hayran kalmıştı.