Galiba her insan çocukluğunu özler. En azından hatırında kalmış güzel anlar vardır. Çoğunlukla insanlar çocukluğunda var olan ama ileriki yaşlarında olmayan şeyleri dile getirmekten haz alır. Öyle anlar vardır ki hayali bile cihan değer. Ahmet Haşim’in Müslüman Saati, Yahya Kemal’in Üsküp şiiri ilk aklıma gelen eskiyi anma/anlatma yazılarından.

Hemen herkes ilerleyen yaşlarında zamanın değiştiğinden dem vurur. “Ah, o eski bayramlar!”;“Bizim zamanımızda böyle miydi?”; “Siz bilmezsiniz, ben çocukken…” diye başlayan cümle veya ifadeleri sıkça duymuşuzdur. Gerçekten de zaman değişiyor mu? Yoksa değişen bizim alışkanlıklarımız yahut kabuk değiştirmelerimiz mi? Belki de artık dost canlısı değilizdir, kim bilir? Hep anlaşılmayı, başkalarının sözlerimize kulak vermesini mi bekler olduk? Bu soruların hepsinin az ya da çok haklılık payı var. Bu yazıda zamanın değişmesine dair nostaljik bir yolculuk yapıp damaklara bir kaşık bal tattırmak niyetindeyim.

Neden insanın zamanı değişir? Yani neden kendini içinde yaşadığı zamanın dışında görür? Çünkü insanın yaşı ilerlemiştir ve çocukluğundaki sağlığı, arkadaşları veya yaşama keyfi yoktur. İçinde büyüdüğü sokaklardan, şehrinden ve belki de memleketinden mesleki, iktisadi yahut da siyasi sebeplerle ayrılmak zorunda kalmıştır. Fennin ve teknolojinin ilerlemesiyle yeni nesillerin kültür yahut âdetleri onun çocukluğundan farklı hâle gelmiştir. İlerleyen yaşlarda insanda yerleşen âdetlerin değişmesi zorlaşır. Fertlerin çoğunda bildiği gibi yaşamaya devam etmeyi istemek, değişmeye ya da değiştirilmeye farklı derecelerde direnme davranışı vardır. Şahsi hayatında eski âdetlerini devam ettirenler çokça bulunsa da ticari yahut içtimai değişimlere direnenler ya mücadeleyi kaybetmiş ya da ekseriyetle tam değiş(e)memiştir. Eskilerin deyimiyle zurnanın zırt dediği yer burası. Kendi küçük dünyasında değişime direnen ama sosyal hayatta giderek yabancılaşan fert. Uyum sağlan(a)mayan yeni nesiller bu değiş(e)meyenlerin nazarında yatağına kırgın ırmaktır, yerden bitmedir, yeni yetmedir, sonradan görmedir… Bunlar hep icat çıkaran, eski köye yeni âdet getiren, teamüllere zıt davranan, atalardan kalma geleneklere burun kıvıran… tiplerdir. Diğer taraftan ise eskiler tutucudur, daha hafifiyle eski modeldir.

Tarihte nesiller arası kültür çatışması var mıydı, yoksa sadece son dönemde mi yaşanıyor? Eskiden hayat şartları ve düzeni hemen hemen sabit kaldığı için bir çatışmadan söz edilemez. Ancak siyasi, dinî, kültürel ve sosyal değişiklikler hep var olagelmiştir. Son dönemde bu değişimlerin hızı iyice artmış ve süreleri de kısalmıştır. Önceleri yüzyıllara yayılan siyasi ve sosyolojik akımlarla kültür değişimleri söz konusuydu. Artık bu meselede ilim ve teknoloji ana belirleyici unsur hâline geldi. Biz çocukken dede torun kültür farklılığından bahsedilirdi. Zamanla baba oğula döndü. Artık günümüzde nesiller 10 yılla hesaplanıyor. Yani aynı aile içinde büyük kardeşle küçük kardeş değişik kültürde yetişebiliyor. Hayatın değişim hızı daha ne kadar artacak bilemiyorum. Belki de ileride aynı insan birkaç farklı kültürün bir parçası olacak. Kültür ve toplumsal davranış biçimlerine daha hızlı uyum sağlayan fertler ortaya çıkacak. Bir kısmı da uyum sağlayamayarak ana akım kültür tarafından dışlanacak. Psikologların ve pedagogların yaptıkları işlerin bir kısmını internet kanalı olan insanlar üstlenecek. Modayı takibin yerini internet kanallarını takip alacak. Bu hamur çok su götürür diyerek meseleye bir virgül koyalım.

Gelin, yakın tarihte günümüz internet neslinin pek bilmediği bir sosyal paylaşım âdetine nostaljik bir bakış yapalım. Radyolu günleri orta yaşın üzerindekiler hatırlar. Telefon etmenin, uzaktaki sevdiğinin sesini duymanın, karşılıklı konuşmanın zor olduğu günlerde radyo aynı zamanda bir selamlaşma aracıydı. Radyolu günlere gelene kadar uzaktaki tanıdıkları, akrabaları ve sevdiklerini insanlar birileri gelen gidenle sorup soruştururdu. Pencereden bakılınca arada görülen dağlar buluşup konuşulmaya yol vermez, uçan kuşlar onlardan haber getirir, saba rüzgârı kokusunu iletir, aylarca hacı yolu gözlenirdi. Zamanla şimdilerde posta teşkilatı denilen menzil hizmetleri sivil halka da açılınca mektuplar ana iletişim yolu oldu. Mektuplarla yollanan saç telleri, yazmalar, kuru çiçekler ve sonraları çekilmiş siyah beyaz resimler mektup zarflarının içinde kâğıtlarla birlikte duyguları da taşırdı. Bu mektuplar aziz birer hatıra şeklinde sandıklarda yıllarca saklanırdı. Mektuplar uzun bir dönem toplumda öyle yer edinmiştir ki nice şarkılar ve türküler yakılmıştır. Bir sonraki adımda radyo icat edilince insanlar ücreti mukabili birbirlerine selam ve sevgilerini göndermeye başladı. Askerdeki nişanlıya, gurbette hamallık yapan babaya, fındığa giden akrabalara selam ve sevgi iletmenin bir yoluydu radyo. 90’lı yıllardan itibaren telefon yaygınlaşınca hâl hatır sorma işi telefonla yapılmaya başlandı. Birbirlerini seven gençler, konuştuklarını ailelerinin duymasını istemeyen yavuklular ya da nişanlılar belli saatlerde anlaşırlardı. O saatlerde anlaştıkları sayıda telefonu çaldırınca ya anlaştıkları yere giderler yahut evde başka kimse yoksa telefona ancak bakarlardı. Karşıya istenmeyen birinin çıkma ihtimali de her zaman vardı.

Aradan çok uzun yıllar geçmeden cep telefonu icat edildi. SMS gönderme, gelen SMS’leri kimse görmesin diye zamanında silme, şifreli kelimeler ve isimler kullanma bu dönemin tatlı âdetlerindendi. SMS’ler belli paketler dâhilinde aylık 100, 200, 500 vb. gibi sayılı olarak verilirdi. Boş yere mesaj yazmanın da bir bedeli vardı. Onun için 250 karaktere sığabilecek en fazla şey ifade edilmeye uğraşılırdı. Arada yapılan şakalar ve kazalar da bu mesajlaşmanın tabii hâlleriydi. Bilgisayar üzerinden başlarda sadece sesli ve ilerleyen dönemlerde görüntülü aramalarla ulaşmak istediklerimize diyeceklerimizi iletme imkânımız oldu. Aradan beş on sene geçtikten sonra internetli cep telefonları da hayatımıza girdi. Artık değerli bir anı gibi saklanan sözler tarih olmuştu. İleride ne olur ne olmaz diye ekran görüntüsü alınan devir başlamıştı. Artık bundan sonra hologramik konuşmalara geçeceğiz galiba. 

Neyse biz konumuza yani radyoya dönelim. Radyo uzunca bir dönem insanların haber alma, eğlenme ve hatta iletişim yolu oldu. Savaşlarda ordu mensuplarına manevi destek ve düşman askerlerine kinayeli mesaj vermede de kullanıldı. Örnekleri saymakla bitmez. Onlardan birisine geçenlerde denk geldim. Kıbrıs Çıkartması öncesi adadaki Rum tarafı on bir yıl radyoda ve sonra cephede hoparlörde ΣΤΕΛΙΟΣ ΚΑΖΑΝΤΖΙΔΗΣ’ten (Stelios Kazantsidis) Bekledim de gelmedin şarkısı dinletmişti. O günlerin kayıtları internette var. Karşılığında da Türk tarafı Yaşar Özel’den Bu kadar yürekten çağırma beni şarkısını çalıyordu. Aradan 20 yıl kadar geçtikten sonra Türkiye’nin şarkında bu sefer Dağlara gel dağlara şarkısına cevap yine radyodan Dağlar seni delik delik delerim oluyordu. Orta mektep ve lise yıllarımda radyodan istek parça dinletimi yapılırdı. Bizzat defalarca çevremden şahit olmuştum. Devlet yurdunda bir arkadaş Walkman’ini açardı. Dakikalarca ve hatta bazen birkaç saatlik beklemek gerekirdi. Ardından sıradaki parça veya bilmem hangi şarkıcının şu şarkısı falancadan filancaya diye beş on saniyelik bir ses gelirdi. Radyoya gidip akşam için istek parça çaldırmak için parayı ödeyen mutlu olurdu. Bütün koğuş o anı beklerdi. Bazen çaldırılan şarkılar güncel şimdiki tabirle trend şarkılardan da seçilirdi. Birilerine mesaj vermek isteyenler H.’den M.’ye gibi sadece isimlerinin baş harflerini söyletirlerdi. Biraz daha cesur olanlar ya da nişanlı veya evli olanlar tam isimlerini verirdi. Askerdeki nişanlım falana filandan sevgilerle diye anons edilirdi. Tatlı bir hatırası olurdu. Kızının adı denk gelenler işkillenir bazen de kızlar radyoyu anne babalarından gizlice dinlerdi. 

Binbir çeşit tatlılığın, muzipliğin de olduğu bir âdetti radyodan parça çaldırmak… Günümüzün ve geleceğin nesillerinin yeni âdetler edinecek vakitleri var mı acaba bu hızlı değişimde?