Son yıllarda tarihî Türk dizilerinin dünya dizi sektöründeki pasta payı giderek artmakta. Özellikle Güney Amerika ve Uzak Doğu bölgelerinde her geçen gün çoğalan talep, dizi yapımcılarını daha da cesaretlendiriyor. Diriliş Ertuğrul dizisinin, 25 farklı dilde, 85 ülkeye pazarlanması sektör adına büyük bir başarı.

Aslında Muhteşem Yüzyıl’la ilk açılım örneklerini veren sektör, Filinta, Payitaht Abdülhamit, Kut’ül Amare, Kuruluş Osman, Uyanış Selçuklu, Alparslan ve Barbaroslar gibi yapımlarla yeni örnekler vermeye devam ediyor.

Yapımcılar açısından bakıldığında, aslında tarihî dizi çekmek oldukça riskli ve bir o kadar da zahmetli bir iş. Döneme ait farklı mekânlar için devasa setler kurmak (saraylar, kaleler, obalar…); savaş sahnelerinde kullanılmak üzere büyük prodüksiyonlara girişip bazen yüzlerce figüran, at, kılıç, ok gibi malzemeler ayarlamak; oyuncuların kostümlerine ve onların yanı sıra ata binmek, kılıç kullanmak, ok atmak, dövüş sanatları gibi pek çok alanda eğitilmelerine oldukça ciddi emek, zaman ve para ayırmak bu zor işlerden sadece birkaçı.

Büyük harcamalarla başlanan tarihî bir dizinin tutmaması, aynı zamanda yapımcının büyük paralar kaybetmesi anlamına da gelebiliyor. Kenan İmirzalıoğlu, Çetin Tekindor ve Gürkan Uygun gibi önemli sanatçıların rol almasına rağmen Mehmet: Bir Cihan Fatihi dizisi daha 6. bölümde final yaptığı zaman kaybedilen paranın yanında sarsılan oyuncu prestijleri de cabası olmuştu.

Tarihî dizilere olan ilginin muktedir siyasi otoriteler tarafından keşfinden sonra, devlet destekli diziler çekilmeye başlandı. Bir müddet sonra para kaybı korkusu ve pazarlama sıkıntısı ortadan kalkan bu tür diziler, iki saati aşan süreleriyle, bir yandan da siyasi propaganda aracına dönüştüler. Parayı verenin düdüğü çalmaya hak kazanmasıyla, günlük siyasi her türlü çekişmenin günümüzden bin yıl öncesini anlatan dizilerde güncel olarak senaryoya girmesi de olağan hâle geldi.

Tarihi anlatma gayesinin neredeyse bir tahrife dönüşmesiyle tepki çekmeye başlayan tarihî diziler, televizyon karşısında tencere kapağını miğfer yapıp imitasyon kılıçlarla poz veren, küçük çocuğunun tekerlekli oyuncak atına binip düşmana korku salmaya çalışan kendine has bir izleyici kitlesi oluşturmasıyla da incelenmesi gereken sosyolojik bir vaka aslında. 

Senaryoya uyarlama adı altında tarihin eğilip bükülmesi hatta bazen amaca göre yeniden yazılmasının gayet doğal karşılandığı bu yapımlarda, 13 yaşında tahta çıkan Sultan Ahmet’in 25 yaşında gösterilmesi, o dönem 44 yaşındaki Kenan İmirzalıoğlu’nun 21 yaşındaki Fatih’i canlandırması, hiçbir tarihî kayıtta Kayı Obası’na gittiği geçmeyen Muhyiddin İbn-i Arabî’nin neredeyse her hafta Ertuğrul Gazi’yi obasında ziyaret etmesi, sarayda büyüyen bir melik olan Sencer’in Alparslan’dan habersiz bir obada babasız büyümesi, koca bir devlet olan Anadolu Selçuklularının birkaç yüz çadırlık bir boy gibi gösterilmesi ve dizinin anlatıldığı tarihlerde çoktan Alamut Kalesi’ne yerleşen Hasan Sabbah’ın hâlâ Selçuklu Sarayı’nın koridorlarında gezmesi, tarihî gerçeklerle uyuşmayan durumlardan bir kısmı.

Bunun yanında hem karakter hem mekân hem de kostümler açısından yabancı dizilerden ciddi esinlenmeler de tarihî dizilerin bir başka eleştirilen yanı. Allame kişiliği ile tarihe geçmiş Nizamü’l Mülk’ün örgülü saçlarıyla, simsiyah uzun sakalı ve elinde savaştığı baltasıyla Yüzüklerin Efendisi karakterlerinden Cüce Gimli’ye benzemesi, Barbaroslar dizisinin neredeyse tüm korsan tiplemelerinin Karayip Korsanları’ndan fırlamış gibi durması, Filinta’daki Fotoğrafçı Abdullah karakterinin James Bond’un gizli teçhizatlarını yapan Mister Q ile benzerliği ya da Alperen tiplemelerinin kostümlerinin Game of Thrones’taki Gece Nöbetçileri’nin acemi bir taklidi olması bunlardan sadece birkaçı.

Son zamanlarda çekilen tarihî dizilerin yapımcılığını, senaristliğini ve bizzat sponsorluğunu yapan devlet tarafından bir propaganda malzemesine dönüştürülmesi de dikkatleri çeken bir diğer durum. Ekonominin sıkıntılı zamanlarında Ertuğrul Gazi’nin pazarda yabancı tüccarları kovması, dış politikanın çıkmaza girdiği bir zamanda Abdülhamit’in büyükelçi tokatlaması, ülkeyi yönetenlerin saraylarda lüks içinde yaşadıkları söylemine karşı yine sarayda yaşayan Abdülhamit’in mütevazi hayatının bu iddialara karşı ön plana çıkarılması, Ertuğrul’un oba içinde kendisine darbe yaparak beyliği ele geçirmeye çalışanların komplosunu boşa çıkarıp isyancıları bizzat cezalandırması şimdiki zamanda yaşananların geçmişle harmanlanarak muktedirlerin söylemlerinin haklılığını gösterme çabasından başka bir şey olmadığı da apaçık ortada.

Aynı zamanda Ertuğrul’un darbeye yardımcı olan kadın karakteri konuşturmak için işkence yaparken “Kadın bile olsa haini öldürürüz.” diyerek öldürmesi gündemdeki işkence iddialarına bir cevap niteliği taşırken Abdülhamit’in ağzından dökülen “Gidip o eski vekilleri bulun. ‘Gül’ ağacına su veririz, lakin su hem güle yarar hem de dikene. Yakınımızda yöremizde su verdiklerimiz diken olmaya meyletmişse sonunda mutlaka budarız.” sözleriyle bir zamanlar dava ve yol arkadaşlığı yapıp daha sonra yolların ayrıldığı bazı muhaliflere bizzat soy ismiyle adrese teslim gözdağı vermesi de bu propaganda faaliyetleri içerisinde incelenebilir.

Otoriter rejimlerini ayakta tutup halkı rejimin yaptıklarına inandırmak adına tarihî dizilerdeki dost ve düşman ayrımı da önemli bir ayrıntı olsa gerek. Neredeyse bu dizilerin tamamında birbirleriyle iş birliği içinde bulunan iç ve dış düşmanlar varken bir de bunlara hainlikleriyle destek veren “karanlık mihraklar” bulunmakta. Uyanış Selçuklu’da devletin her kademesine sızan, hayatı pahasına davası için ölen, öldüren Hasan Sabbah’ın “Haşhaşi” fedaileriyle Alparslan’daki dilsiz “Karmati” hainler birbirinin kopyasıyken bunların Haçlılarla sıkı bir ittifak hâlinde olması da yine benzer özellikler.

Aynı durumu Diriliş Ertuğrul’da “obayı yönetmek” uğruna düşmanla iş birliği içindeki “satılmış darbeci” beyler ve Barbaroslardaki “para ve makam” uğruna Haçlılarla ortak hareket eden yerli hainlerde de görebiliriz.

Dört tarafı hain iş birlikçiler ve acımasız düşmanlarla çevrili karakterlerimiz ise darda kaldıkları her an manevi bir koruma kalkanına alınmakta; bazen İbn-i Arabî’nin, bazen Derviş Hasan’ın, bazen Kadı Gıyaseddin Hatemî’nin, bazen de İmam Gazalî’nin dualarıyla her türlü zorluğu aşmaktalar. Elbette bununla da hâlihazırda ülkeyi hainlere karşı korumaya çalışan idarecilerin de manevi bir koruma altında oldukları, yaptıkları icraatların İlahi bir iradeyle gerçekleştirildiği ve de buna karşı çıkmanın Allah’a karşı çıkmakla eş değer görüldüğü, dizilerdeki pek çok diyalogla izleyici kitlesine vurgulanmakta.

Seçim zamanlarında bizzat ülkeyi yönetenlerin dizi setlerini ziyaret edip dizi oyuncularıyla pozlar verdiği, dizi müziklerinin seçim şarkılarına çevrildiği, Venezuela’nın diktatör başkanının bile bu setlere götürülüp oyuncularla tanıştırıldığı, hatta yeni kurulan bir partinin amblem olarak kendine dizideki Kayı Obası’nın sembolünü seçtiği bir ortamda bu dizilerin bir propaganda aracı olarak kullanıldığına itiraz etmenin kolay olmadığı ortadadır. Üstelik dizilerin her bölümünde sosyal medya üzerinden yapılan “hesaplaşma vakti, oyuna gelme, büyük imtihan, davamız, adalet ordusu…” gibi tag çalışmaları da bu propagandanın yayılması adına kullanılan tekniklerden bazıları.

Elbette bu dizilere bir dizi olarak değil, hikâyesini tarihten alan bir kurgu masal olarak bakılması gerektiğini söyleyenler de olacaktır. Senaristlerinin bir “tarih kalpazanı” hâline dönüştüğü, anakronizmin dibine vurulduğu bir gerçekken başarılı kostüm ve mekân setlerinin kurulması ve diyaloglara sıkça “imdi, zinhar, kat’a…” gibi kelimeler eklenmesi elbette o diziyi tarihî yapmaz.

Türk dizilerinin dünya çapında popüler hâle gelip seyredilmeye başlanması, Türk kültür ve dilinin tanıtımında büyük faydalar sağlayacakken, kısır iç siyaset tartışmalarına bu güzelliklerin kurban edilmesi hiç de olumlu bir gelişme olarak değerlendirilemez. Umarız her yabancıyı Haçlı, her muhalifi hain damgasıyla etiketleyen bu diziler yerine kültürümüzün güzelliklerini yansıtan daha başarılı diziler de yakında ekranlarda yerlerini alır.