“Ölümümden kimse sorumlu değildir. Eşimi ve yavrularımı çok seviyorum. Onlar mutlu olsun diye kendimden vazgeçtim. Böyle olsun istemezdim. Artık dayanamıyorum. Burak Bey, bu mesajımı polise sen iletirsin. Hoşça kalın.” 

Her şeyi planlamış, bütün cesaretini toplamış ve mesajı göndermişti.

Kaldı işte; şen kahkahalar masum çocuklukta, neşeli sohbetler daracık ıhlamur kokulu sokaklarda, mektuplar mavi boyalı kapı altlarında. Elveda zamanı şimdi!

Söylenecek her şeyi söyledikten sonra gözlerini her şeye kapatarak susmak…

10 Ocak… O gün ince bir ipti hayata tutunmaya çalıştığı. O ip, içinde kopmuş ama ruhu ondan habersiz o incecik ipe sımsıkı sarılmıştı.

Burak Bey, mesajı bir saat önce almış fakat onu yeni görmüştü. Hemen telefonla onu aramaya çalıştı. Telefon çalıyordu lakin cevap veren yoktu. Bu durum onu iyice telaşlandırmıştı. Hemen arabaya atladı ve yola çıktı. Belki de her şey bitmiş ve geç kalmıştı. Neden telefonuna gelen mesajı fark etmemişti. Yolda türlü türlü düşünceler kafasındaydı. Ne oldu, nasıl oldu, acaba neden telefona cevap vermiyor? Ta ki hastanede onunla karşılaşıncaya kadar…

İçinde bir çöküntü vardı. Yer yer kırılma seslerini duyuyor, her kırılmada ruhunun çöküntüye doğru yuvarlandığını hissediyordu. “Uzatsam ellerimi, tutuversem ellerinden!” diyor ama elleri hiç kımıldamıyordu. Vücudu zihninden bağımsız hareket ediyor gibiydi.

Sanki bir şehir ölmüştü içinde, kendisi de onun başında bekleyen mezar taşıydı. Ayaklarına beton dökülmüş gibi hareketsiz ama düşünceli…

Dilinden yer yer kısa ve sessiz cümleler dökülüyordu: Sessizliğim sensizlikten…

Bulanık görüntülerden yavaş yavaş sıyrılırken, ellerini bir doktor hafiften sıkarak “Şu an yoğun bakımdasın. Her şey geçti, yaşayacaksın.” demişti. Bilinci yerindeydi ama yanındaki diğer hastalar onun gibi değildi. Onlardan birinin ağzında makinaya bağlı hortum takılıydı. Onun iki kolunda da serumlar ve göğsünde kablolar vardı. Doktorlar onun uyumaması ve bilincinin açık kalması için gerekli her şeyi yapıyorlar, hemşireler de sık sık kontrol ediyorlardı. 

Fatih Bey ve Burak Bey gelmişler ve karşısında durup suskun bir şekilde kendisine bakıyorlardı. Onunsa gözünde yaşlar vardı. Ne söyleyecek bir söz ne de dinleyecek güç bulabiliyordu kendinde… Odadaki herkes susuyor, aslında olup biteni kendi açılarından anlamaya çalışıyordu.

Bütün vücudu ağrıyordu. Yalnız kaldığında bunu daha fazla hissediyordu. Zihni, kelimelerin deveran alanı gibiydi. Cümleler orada dönüp duruyorlardı. Acılar hayatın gerçeği, katlanabilmek ise senin gerçeğin. İnsanın ağrıyan yanları da ağlayan yanları gibidir.

Sonbaharın rüzgârları kırarmış dalları, ömrünün sonbaharı da kırdı kollarını.

Çocuklarından aldığı son öpücüklerin kokularını hâlâ hissediyordu. Burnunda tazeliğini hissettiği o kokuları derin bir nefesle içine çekti.

Sesli düşüncelerini hastane odasında sadece kendisi duyuyordu. Eğer bir gün sana da ölmek yaşamaktan güzel gelirse, sen de ölmek istersin ve beni o zaman anlarsın. Bir ölüm gelip yanaşır yamacına, tutar elinden ve “Hadi gidelim!” der. Gitmez misin? Gidersin. Dokununca ölümün lepiska saçlarına, bütün duyguların yetim kalır…

Hastanede, ağlamaları annelerini kahreden, acıları boylarından büyük çocuklar tanımıştı. Pencereden dışarıya sabit bir noktaya bakarak “Küçükken, uyuyanların öldüğünü zannederdim, uyanınca tekrar dirildiğini…” dedi. Rüya görebildiğini fark edince anlamıştı ölmediğini ama rüyasında yeşil vadiler boyunca uçan, serin berrak sulardan içen kimdi? Bunları  o zamanlar fark edememişti.

Hastanede kendini daha çok hissedebildiğini fark etmişti. Gündüzler neyse de geceler aidiyet hissini öldürüyordu. O da ölen bu duygunun başında mecburen bekliyordu ve ayrılma lüksü de yoktu.

Tenhalar hep karanlık mı olur? Sen yalnızlığına sığındığında ıssız mı olursun hep? Işığını yaktığında ne karanlık kalır ne tenhalar… Bir gün biri gelir de söndürürse ışığını, mahkûm ederse seni sensizliğe, bilirsin ki yoldaşın yine karanlıklar…. 

Işığı yakan hasta bakıcıyı karşısında görünce bütün bu düşüncelerinden sıyrıldı.

Üç günlük yoğun bakımdan sonra dördüncü gün, elinde bir buket çiçekle Murat Bey kapıda göründü. Baş işaretiyle onu buyur etti. Onun samimi tebessümle gelip yanına oturması, kendisinin mahcubiyeti ve susarak konuşmaları…

Murat Bey, “Nasılsın?” diyebildi usulca. “İyiyim!” demek istedi onun gözlerine bakarak. Kısa bir suskunluğu yine onun gözlerine bakarak bozdu. Eşin olur seversin, hem de her şeye rağmen. Bir kızın olur sevinirsin, baktığında kendini görürsün onun gözlerinde. Sonra bir oğlun olur, beyefendi. Beni “aslan” diye çağırın der, “Aslan oğlum!” dersin. Yavrudur onlar, “Babacığım! dedikçe bir tebessümün olur yanaklarında. Derin iç çekmelerimde hissediyorum, onlardan geriye bir tek kokuları kalmış. Sanki yıllar bir çırpıda geçip gitmiş de sessiz ve sensiz büyümüşler. Sana sitem ederler de sen mahzun gözlerine dalarsın ama bir şey söyleyemezsin. Hatıralar kalır zihninde ama onlar hatırlamaz bunları çünkü onlar çok küçüktü sen veda ettiğinde. 

Murat Bey, başını önüne eğdi; bir nefes çekti ve sadece “evet” diyebildi.

Hasta bakıcılar geliyor, “Tuvalete gitmeyeceksiniz.” diyerek bir kap veriyorlar, utanıyor. Bilincim yerinde, “Ben utanırım.” diyor, Onlar da tebessümle, “Burası yoğun bakım, sen sıkıntı etme! Biz, sizler için buradayız.” diyorlar. Erkek hasta bakıcılar olunca, tuvalet kaplarını alırken fazla değil ama bayan hasta bakıcılar gelince çok utanıyor. Yaşlı hasta bakıcılar, onunla sohbet etmek için yatağının kenarına oturuyor ve bir anne şefkatiyle saçlarını okşayarak “Her şey güzel olacak!” diyorlar. Birkaç gün sonra duş almanın mümkün olmadığını öğreniyor. Erkek bir hasta bakıcı, büyük ıslak mendillerle onu temizliyor, o da ağlıyor.

Doktor, “Nasıl oldu? diye soruyor. O, bir bir anlatmaya başlıyor. Soğuk evlerin en büyük odasında bir soba yanar ve diğer odalarda da kimse üşümez çünkü o evde huzur vardır. Sobanın üzerinde yemek pişer; elbiselerimizi, borularındaki çamaşırlıkta kuruturuz. Bilincim kaybolurken bunları hatırladım ve her şeyin asudeliği yansıdı yüzüme. Şimdi “Elveda!” dedim. Belki bir gün, belki de… Susuyor.

Doktor sessizce dinliyor. O, anlatmaya devam ediyor. Kendin olarak kaldığında yalnız olduğun, şehrin gürültülü ve kalabalık caddelerinde kendini bulduğun, mecburi istikametlerin yolcusu olduğun bir hayat işte, diyor. Doktor, onun yanında bir süre daha kaldıktan sonra omzuna dokunarak ayrılıyor. O ise zihnindeki düşünlerin peşinden sürüklenmeye devam ediyor. 

Masanın üzerine duran hasta raporunun arka sayfasına zihninin değirmeninde öğütülmüş cümleleri yazıyor: Şehirler sürüklenir ardından, gittiğini zannedersin ama dönüp baktığında hep aynı yerdesin. Değişir her şey, kalır bir şey o da sen olursun.

Hangi ilaç derdine deva olur? İlacı almana sebep olan devam ettiği sürece…

Zannetme ki beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın…

Sadece içim acıyor ama doktora içim acıyor desem, beni ziyarete gelenlere içim acıyor desem…

Aslında çok şey değildi istediklerim, yaşanması mümkün ve kolay olan şeylerdi. Hayallerime çabuk ulaşabiliyordum çünkü hepsi de sıradan şeylerdi, benim gibi…

Susmayı konuşarak öğretmek, ölmeyi yaşayarak öğrenmek…

Sırlar dökülünce ortaya, sevgi oradan kaçarmış. Galiba bir şeyi sırlamak, onun değerini yine kendi içinde korumak, demekti. Ama şimdi her şeyin sırrı döküldü ortaya. İnsanların anlatacak çok şeyleri var artık, benimse hiçbir şeyim kalmadı.

Sen istesen de istemesen de her yara kabuk bağlar, kabuktan sonra kalan iz ise yaranın derinliğini bağlar.

On günlük hastane misafirliği bitmişti. Elinde valiziyle kapının önüne kadar eşlik eden hasta bakıcıya teşekkür etti. Kapı önünde küçük valiziyle biraz bekledi, ama gidecek bir yeri de yoktu.

Kara trenlerin penceresine başını yaslayıp gitmek uzaklara… Pencereden dışarıya bakarken, hiçbir şeyin farkına varmadan yol almak; trenin içinde konuşulanları hiç duymadan…

Şimdi ellerinde kalan son şey; bir valize sığdırdığı dünyasıyla, dünyanın bir köşesine sığındığı hayatı…