Kelam ezeldir. Henüz hiçbir şey var olmamışken söz vardı. Ruh ve madde sonradan oluştu. Yani söz en kadim varlık olarak huzurumuzda. Öncesiz. Sonrası da yok. Bizler de bu öncesi ve sonrası olmayan sözün anlık izdüşümlerini yakalayıp algılarımızın kavrayabildiği kadarıyla varlığı anlamaya ve nitelemeye çalışıyoruz. İşte tam bu noktada bütün sanatların atası şiir devreye giriyor.

Ansiklopedilerde, sözlüklerde veya akademik çalışmalarda illaki karşımıza söze ve şiire ait matbu tanımlar çıkmakta. Ancak şiirin genel geçer ve sınırları bulunan bir tanımından bahsetmek pek de mümkün görünmüyor. 

Tabii ki sözün şaire, hatta okura göre farklı karşılığı olabilir. Çünkü herkesin evrene baktığı açı birbirinden değişik. Yani algıların beynimizde oluşturduğu fotoğraf. Bu çok başka bir konu olduğundan yüzeysel geçmek istiyorum. Sonraki yazacaklarımda bu meseleye derinlemesine değinmek isterim. Yani herkes çilek yediğinde aynı tadı mı alıyor? Bu bakış açısı ‘şiir okunduğu kadardır’ savını güçlendirmekte. Şiiri bir şeylere benzetmekten elimden geldiği kadar kaçınmak istiyorum ama meramımı anlatmak için betimlemelerden yararlanmak durumundayım. Şiiri suya, şairi de nevi şahsına münhasır bir bardağa benzetecek olursak, şiir döküldüğü bardağın şeklini alacaktır. Burada su sudur, yani bildiğimiz H2O ama karşımızda ilk insandan günümüze birbirinden farklı milyarlarca bardak duruyor. Camın şekli, inceliği, üzerindeki desenler, kısacası görünen özellikleri bizim içindeki suyu algılamamızda farklılıklar gösteriyor. Bardak, içinde barındırdığı suyu kendi kılıfıyla yansıtmakta. Su söz, şair bardak, şiir ise diğer kişilerin bardağın içindeki suyu dışarıdan bakarak algıladığı kadarıyla görünen su. Suyumuz aynı su ama gördüklerimizin her biri birbirinden ayrı. Burada en karmaşık iş ise kendini göremeyen ve sürekli kendine bakma uğraşında olan şairin.

İşte bu noktada biraz daha konuyu genelleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yukarıda mikroskobik fikir yürütmeler yaptık galiba. Şimdi kendimize bir uydu bulalım ve resmi biraz daha yüksekten okumaya çalışalım. Bana sorarsanız şiirin makro düzlemde iki temel öğesi var. Bu iki öğe arasında simbiyotik bir ilişkiden söz edebiliriz. Evet, karşımıza söz ve anlam çıkıyor. Söz dediğimde aklıma aslında şekil, anlatım, ifade gibi kelimeler de geliyor ama bunlardan birini seçecek olursam sözü tercih ediyorum. Üç aşağı beş yukarı aynı karşılığa sahipler çünkü. Anlam dediğimde de aklıma hakikat, mutlakıyet gibi kavramlar geliyor. Ama biz yine anlatmak istediklerimizi söz ve anlam üzerinden anlatalım.

Cahillik tedavisi olmayan bir hastalık. Bu cümlemi ukalalık olarak algılamayın lütfen. Çünkü sonsuz bilgi ve anlam karşısında dünyanın en bilge insanının bile bilebileceği bir noktadan ibaret. Anlam salt olarak mevcut insan aklıyla çözümlenebilecek bir olgu değil. Tam da bu noktada şiiri ‘tanımlamaya’ çalışmak söz ile anlam arasındaki karmaşık (yani insana karmaşık gelen) ilişkiyi kurcalamakla olacaktır. Zaten insanda bulunan yazma dürtüsü mutlak anlamın anlaşılmaz olmasından dolayı değil mi? 

Evren sınırsız anlamı barındıran bilinmezler yumağı. İnsan da evrenin bir yerlerinde sadece bir noktadan ibaret. Aynı zamanda da evrenin şifrelerini barındıran bir çekirdek. Düşünerek yazıyor, yazarak sorguluyor, sorguladıkça yol alıyoruz. Bu yolculuk sizce biteceğe benziyor mu? İşte size bir bilinmez daha. O halde kurcalamaya devam. Evet, anlam sonsuz, sürekli ve sınırsız. Söz ile kısıtlı. Temelde birkaç harf sözümüzün ham maddesi. Bu harflerden kelimeler, kelimelerden cümleler. İlk insandan beri söylenenler, yazılanlar, çizilenler. Ne kadar çok değil mi? Peki sonsuz anlam karşısında bu çokluk neyi ifade ediyor? Uçsuz bucaksız kozmosu, galaksileri, sistemleri, yer küreyi, katmanları, atmosferi, döngüleri, atomu, kısacası her şeyi ve bunların sonsuzluktan dökülen karşılıklarını beş duyumuzla algılama çabasındayız. Elimizde de birkaç harften başka bir şey yok. 

Anlam, okyanus; söz ise bir damlacık. Şair bu damlacıkla sayısız âlemiyle okyanusu çözümlemeye çalışıyor. Anlam; en uzak yakın, öncesiz ve sonrasız bir gerçekliğin yayılımı. Hem de sayısız boyutuyla yayılıyor. Söz, yani şiir sadece dört boyutlu dünyasında olanı biteni algılamaya çalışıyor. Mutlak gerçekliğe göre bu anlık bir algıdan ibaret ve çok da kıymetli. Şair ona verilmiş görme, işitme, dokunma, koklama, tatma ve düşünme yetileriyle şekillendirdiği ‘görünürde’ sığ ve kısır sözünü düşünsel dünyasında bir kalıba sokma çabasında. Bu çabayla da gerçek anlamın neresinde olduğunu kendisi de bilemiyor. Şair için varmak değil yolda olmak kıymetli ve bu durum onun ruh dünyası için hayati önem taşıyor.

Anlam; ışığın görünen kaynağı olan güneşse, şairin kurmacası olarak şiir de sadece yansı olabilme uğraşı. Anlam; üzerinde miyarlarca canlının hayat bulduğu toprağın ardındaki gizse, şiir; yer kabuğunun yapı taşı olarak bir kum tanesi olma cesaretinde. Bu cesaretle döngüler arasındaki şifrelerin peşine düşüyor. Anlam; sonsuz kilitli, sonsuz kapılı, sonsuz odalı bir labirentse, şiir; şairin maymuncuğu. Buna benzer örnekleri atomdan kozmosa, mikrodan makroya, noktadan sonsuza, tekten çoğula çoğaltmak mümkün. 

Şair, yukarıda saydığımız eylemler çerçevesinde yoruldukça yorulan ve koşmaya doymayan bir atlet gibi düşünsel pistinde koşmaya başlıyor. Kılcallarına işlemiş sezgisel ve girift hakikat sokakları arasında kaybolan şair, aslında kendisinin peşinde koşuyor. Belki de bu durum dünyada var olmamızın temel amacı. Bu maratonda bitkin düşen şairin terlemesi önemli. Ruhundan akan fizik ötesi ter damlaları da şiiri oluşturuyor.

Burada kafa yormamız gereken kelimenin ‘sezgi’ olduğunu düşünüyorum. Şair varamayacağını bile bile çıktığı bu yolculukta ufuk çizgisine doğru yürüyen meczup gibi yürür, yürür… Şair, yürümekten başka seçeneği olmayan kişidir. Serüveninde yaşadığı her şeyi kabına dolduran, o kabın dibindeki damıtılmış tortu ve sezgileri ile buluşan mutlak anlamın izini kurcalayan kişi. Sezgi söze bürünür, söz şiire evrilir ve harfler aracılığıyla vücut bulur. Hadi biraz yürüyelim…