Bir varmış, bir yokmuş… Etrafı yemyeşil ovalarla kaplı, ormanlarından şırıl şırıl derelerin aktığı uzak diyarların birinde başına buyruk bir kral yaşarmış. Bir sabah canı sıkılmış olmalı ki uyanır uyanmaz ilk işi, ülkesinin sınırlarının yeniden gözden geçirilmesini emretmek olmuş. Muhafızlar hemen işe koyulmuşlar. İnsanların tecrübelerine, söylediklerine aldırmadan kralın emrettiği şekilde ölçümler yapılmış, yeni sınırlar için kalın dikenli teller hazırlanmış. Tabii ki teller çekilirken ülkenin kimi yerinde evler, kimi yerinde bahçeler ortadan ikiye bölünmüş. İnsanlar o anda oldukları yerde kalakalmışlar. Anneler evladından, babalar ekmek tarlalarından, kardeşler de birbirinden ayrılmışlar. Kırk yıllık dostluklar tellerin ardında kalmış. Gökyüzünde neşeyle cıvıldaşan kuşlar dahi ne yöne gideceklerini şaşırmışlar. Nihayet  çalışmalar bitip ülke boydan boya yeni sınırlarıyla çevrelendikten sonra kral iki taraf arasında iletişimi yasaklamış. Giriş çıkışların kontrol edilmesi için sınır muhafızlarını görevlendirmiş.

Tellerin diğer tarafında bırakılanlar, önce anlam verememişler olanlara; birkaç ay içerisinde bu saçmalıklar unutulur ve her şey normale döner sanmışlar ama öyle olmamış. Muhafızlardan fırsat bulabildiklerinde tellerin etrafından yakınlarına seslenmişler:

“Gelin, bu haksızlığa beraber dur, diyelim. Kralın huzuruna çıkalım, birlikte eskiden nasıl huzurla yaşadığımızı, yeniden öyle yaşamak istediğimizi anlatalım.”

Ama çoğunun tuzu kuruymuş. Onlar kralın ülkesinde eski düzenlerinde yaşıyorlarmış. Tellerin ardında kalanlar için düzenlerini değiştirmek istememişler. Kardeş kardeşin sesini duymaz olmuş. Kimi sadece omuz silkmekle yetinmiş, cevap veren de “Hadi git kardeşim, bir gören olur.” demiş sadece. Az da olsa haksızlık karşısında konuşmaya çalışanları da muhafızlar engellemiş.

Sınırın diğer tarafında sıkışıp kalmış ötekiler. Şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaları bir müddet sürmüş. Fakat zaman bu yaraya da ilaç olmuş; nelere olmamış ki… Onlar da alışmışlar yeni durumlarına. Oturup “Ne yapabiliriz?” diye kafa yormuşlar geceler boyu. Sonunda civardaki başka ülke insanlarıyla irtibata geçmeye karar vermişler. Gel zaman git zaman aralarındaki ilişkiler güçlenmiş, bu vesileyle onların dilini öğrenmeye başlamışlar. Zamanla ticaret yapacak seviyeye gelmişler. Patatesi pamukla, buğdayı pirinçle değiş tokuş etmişler. Hem ticaret yapmışlar hem de daha önce tanımadıkları bu farklı dünya insanlarından birçok şey öğrenmişler. Uğradıkları haksızlıktan aldıkları dersle adaletli bir dünya inşa etmişler ve böylece çoluk çocuk huzur içinde yaşamışlar. Öyle bir huzur yayılmış ki etrafa  kuşlar yeniden semalarında  şarkı söylemeye başlamış.

Aradan uzun yıllar geçmiş. Kralın ülkesinde işler yolunda gitmemeye başlamış. Çitlerin diğer tarafında da onlar sıkışmışlar aslında ama farkında değillermiş. Dünyadan bihaber yaşadıkları yetmezmiş gibi bir de kıtlık baş göstermiş. Artık fazla da yapacak bir şey kalmayınca kibirli kral, sınırın diğer tarafında kalanların kapısını çalmak zorunda kalmış. O zaman aklına gelmiş aynı toprağın insanı oldukları. “Gelin, kaldıralım şu dikenleri!” demiş, sanki yapan kendisi değilmiş gibi. Düşünmüş taşınmışlar ama bir delikten iki kez ısırılmak da istememişler.  Geçen zamanla anlamışlar ki teller sınırlara değil, zihinlere çekilmiş aslında ve zihinler değişmedikçe tellerin nerede durduğunun çok da bir anlamı yokmuş. Sınırın diğer tarafında kalanlar, ellerinden geleni yapmışlar geçmişleri aynı kardeşlerine ama artık tellerin onları değil, asıl kral ve yardımcılarını dünyadan ayırdığını bildiklerinden tellerin içinde değil, dışında kalıp dünya insanı olmayı yeğlemişler. 

Gökten üç elma düşmüş; biri senin için ey okur, ağzın tatlansın diye. Diğer ikisi de kral ve yardımcılarının başına, belki akılları başlarına gelir ümidiyle…