HELEZON DÖRT YAŞINDA!
Değerli Okurlarımız,
Kasım, zamanın hızını kesen bir ayna gibi duruyor takvimde; yapraklar düşüyor, rüzgârlar esiyor, duygular derinleşiyor. Tıpkı bundan tam dört yıl önce, yine böyle bir kasım ayında olduğu gibi. İşte o güz mevsiminde, güzel düşlerin kıvrımlarında yola çıkmıştı Helezon; sözden manaya, duygudan düşünceye ve hayattan sanata uzanan edebiyat yolculuğuna… O gün bugündür, sözcüklerin dünyasında, renklerin ikliminde, farklı dillerden ve kültürlerden beslenerek yol almaya devam ediyor. Ne mutlu ki şimdi dört yaşında ve ilk günkü inancıyla, heyecanıyla 49. sayısına imza atıyor. Aya damgasını vuran isim ise Yavuz Bülent Bâkiler oluyor.
Kelimeler bir milletin hafızasıysa, o hafızayı diri tutanlardan biri değil miydi? “Türkçenin Müdafii: Yavuz Bülent Bâkiler?” Sivas’ın yoksul ama bereketli topraklarında başlayan bir çocukluk, halk ozanlarının sesine karışan ilk şiirler… Sonra Ankara’da, hukuk kitaplarıyla birlikte büyüyen bir fikir adamı. “Okumaktan başka çıkış yolumuz yok.” diyerek gençlere seslenirken savunduğu hakikat hep aynıydı: Dilini korumayan bir millet, kendi kalbini unutur. Hayatı boyunca bu kalbi korudu; şiirlerinde, yazılarında, sözlerinde Türkçeyi bir anne ve vatan gibi sevdi. 2025’in Eylül’ünde, ardında mahzun bir Türkçe ve minnet dolu yürekler bırakarak bu dünyaya veda etti.
“Atakum Sahil” şiiri, karanlığın kalbinde kaybolmuş bir ismin, denizin dilinde yeniden doğuşu. Her dizesi, âdeta insanın kendine varmak için geçtiği en sessiz, en derin suların yankısını taşıyor. Lu Xun’un “Memleket” hikâyesi, çok uzaklardan yankılanan güçlü bir seda. Her sahnesinde anıların sıcaklığıyla bugünün soğuk gerçekliği çarpışıyor; dostlukların yerini mesafe, oyun seslerinin yerini sessizlik alıyor. “İçimizdeki Memleket”, bu hüzünlü dönüşün sonunda, geçmişin aynasında geleceğe yönelen sarsılmaz inancın ve umudun adı oluyor.
“Filibe Yollarında”, bir hayalin derinliklerinde, güzel sonbahar mevsiminde ve bir Balkan ülkesinde yazıya dönüşüyor. Gezinin her satırında bir yaprak düşüyor âdeta, her sayfasında bir şehir uyanıyor. Romanya’dan Şumnu, Filibe ve Sofya’ya uzanan yol, edebiyatın ve aidiyetin izlerini de taşıyor. Her adımda geçmişin sesleriyle bugünün nefesi birleşiyor; eski köy evleri, kahvaltı sofraları, camiler ve kiliseler aynı manzaranın farklı renkleri oluyor.
Derken, duyguların dalgalarını taşıyan kelimeler bir el ayasında birikiyor ve “Avucumda Deniz” oluyor. Deniz, burada insan kalbinin mevsimleriyle birlikte yanıyor, donuyor, kanıyor. Her dizede bir ufuk genişliyor, bir martı çığlığı yankılanıyor, bir bakış yüreğe demir atıyor. Bu duygu yoğunluğu arasında “Eski Terlik”, nazarları hayatın içine yöneltiyor ve değişen zamanların ortasında, sadeliğin ve emeğin sessiz kıymetini anlatıyor. “Terlik” metaforuna tutunarak, kuşak farkının dilinde sessizce konuşurken bir vicdanın aynasına dönüşüyor ve noktayı koyuyor: Kimi şeyler eskimez, sadece gözden kaybolur.
Bu köklü Doğu esintisi, kuzeyin soğuk rüzgârlarıyla savrulan bir şairin, kelimelerini yitirdiği yerden yeniden doğuşunun hikâyesine yol veriyor. İlhamın sustuğu, mürekkebin donduğu bir şehirde; kalem, kalpten süzülen bir sıcaklıkla yeniden akmaya başlıyor. “Şairler Tepesi”nde yankılanan ses, aslında her kelam ehlinin hülyası olan yeni bir ilhamla nefes alıyor.
Diğer yanda sabahın ilk ışıklarıyla uyanan bir ev, bahçesindeki kuşların senfonisi ve çayın buğusuyla can buluyor. Her tabak, her kâse, her renkli detay, özel “Misafir”e duyulan sevgiyi ve yılların birikmiş anılarını yansıtıyor. Zarif ellerle bir sanat eserine dönüşen bu kahvaltı, bir öğün olmaktan öte, paylaşılan hatıraların ve sevginin bir kutlaması oluyor. Bu sevgi dolu sofradan sonra “Bir Zamanların Ruhu”nda, modern yaşamın lüks ve yalnızlığı ile köyün sıcak, insan kokan ritüelleri bir araya geliyor. Beton gökdelenler, lüks eşyalar ve ekranlar arasında kaybolan değerler; eski testiler ve tebessümlerle yeniden hatırlanıyor. Denemede kaybolan şeyler geri gelmese de paylaşmanın ve hatırlamanın sesi her an yeniden duyuluyor.
Bu nostaljik seyre, “Meğer” şiiri apayrı bir ahenk katıyor. Şiirin mısraları, kâh bir gülüşün ardına gizlenmiş sırra dokunurken kâh hasretin sessiz çığlıklarıyla yankılanıyor. Şair, her dizede bir “neden”in, bir “kim”in izini sürerken iç sesinin güçlü tercümanı oluyor. Bu imgesel yolculuk, okurunu bir “Sessiz Defter”in gizem dolu satırlarına taşıyor. İstanbul’un gri sabahlarında kaybolmuş bir hayatın, küçük bir çocuğun simit ikramıyla yeniden can bulması ve ardından kaleme aldığı defter, kendine özgü diliyle sessizliğin bile güçlü bir dil olabileceğini hatırlatıyor.
Kaligrafi, kelimeleri yalnızca okunur hâle getirmekle kalmaz; onlara dokunulur, izlenir, hissedilir bir zaman katmanı ekler. Her darbe bir ritim, her eğri bir nefes, her boşluk ise söylemin suskunluğudur. Modern kaligrafinin güzel bir örneği olan “Helezon Dört Yaşında”, anlam ve biçimi sarmalayan bir kompozisyon kuruyor; kelimenin kendi içinde döndüğü, geriye ve ileriye doğru okuma imkânı veren perspektif sunuyor.
Bu zarif arka kapak görseli, yeni bir sayımızın daha sona erdiğinin göstergesi. Dördüncü yıl dönümünde Helezon’a eserleriyle, editleriyle ve görsel tasarımlarıyla emek veren yazar kadrosuna ve yayın kurulumuza binlerce teşekkür ederiz. Helezon, siz değerli okurlarımızın da ilgisiyle, her geçen gün büyüyerek edebiyat yolculuğuna devam ediyor. Helezon’la, güzelliklerle dolu nice yıllara… Yeni sayılarda buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.
Sağlıcakla kalın!

Kasım sayısı için gayret gösteren herkese teşekkür ediyor nice yıllara diyorum…