Sabahın alacasında fırladı yataktan. Yenice atlattığı ağır gribin yorgunluğunu yaşamanın vakti de değildi. Sıradan bir gün olsaydı kendine biraz zaman verir, esner ve gerinirdi. Belki de yataktan bir süre çıkmaz, en azından güneşin doğmasını beklerdi. Öyle olmadığını fısıldıyordu, üzerine günün henüz doğmadığı Arnavut kaldırımlardan gelen sesler. Bu ses… “Hayır” sözcüğünü unutturan, karşı konulmaz bir tutkuya çağıran sihirli flüt…

Uyku mahmurluğunu bir çırpıda silkeledi üzerinden, saçından omzuna düşen kepekleri silkeler gibi. Mis gibi kokan ev yapımı sabunla güzelce elini ve yüzünü yıkadı. Kenarı, ince ahşap oyma aynada kendini gördü. Bu küçük sanat eserini, adını hatırlayamadığı küçük bir sahil kasabasından almıştı. Satıcıyla yaptığı hararetli pazarlığı hatırlayıp gülümsedi. Asla değerinin altında bir fiyat teklif etmemişti. Ama satıcı kurnaz bir edayla uçuk bir rakam söylemişti. Kimine göre altı üstü bir ayna olsa da sanattan azıcık anlayan için sıradan değildi. “Ayna ayna söyle bana…”

Saçlarını özenle geriye doğru taradı. Bu hâl kendini beğenmişlik değildi. Belki iç huzur belki de özüyle barışık olma… İstediği her şeye sahip bir insanın huzur bulmuş kalbini taşıyordu kendince. Rahmetli annesi, “Kişi alamadığının fakiridir.” derdi. Fakir olmamayı seçmişti en başından. Kendi hesabına az ile yetinmek ilk adımdı.

Gardıropta oldukça sade üç beş parça kıyafet vardı. Önceden planladığı gibi beyaz gömlek ve kahverengi pantolon giyecekti. Beyaz gömlek ile asil olduğu kadar, kahverengi pantolon ile temiz görünecekti. Kahverengi tozlansa da tozu belli etmezdi. Renk menk derken birden içinde karşı konulmaz bir yazma isteği uyandı. Bastırılmalıydı. Şimdi yazmanın sırası değildi. Sadece ajandasının hemen yanında duran küçük kağıt parçasına birkaç kelimelik not düştü. Kahverenginin asaleti ve temiz görünüme olan etkisi… 

Ayak uçlarına basarak, komşuları rahatsız etmeden merdivenlerden usulca indi. Gıcırdamasın diye yağlanmış dış kapıyı da geçip derin bir nefes çekti içine. Haydi rast gele!

Artık gün doğmuş, herkes kaldırımlardaki yerini almıştı. Genelde hepsini tek tek tanıyordu. Hele bazılarının hayatını en ince ayrıntılarına kadar öğrenmiş, bir mücevher ustası inceliğiyle onları hikâyelerinde kullanmıştı. Her biri hikâye kahramanıydı. Bilmezlerdi elbet kahraman olduklarını. Sadece birkaç parça eşya satsın, ceplerine üç beş kuruş girsin derdindeydiler. Çoğu itibariyle -bazılarının kimi kimsesi yoktu- eve ekmekle gidince kahramandılar çocuklarının, eşlerinin, ana babalarının gözünde.

Çocukluğunda babasının aldığı çikolatayı bitirmemek için nasıl ağırdan alıyorsa, öyle ağır adımlarla dolaşıyordu sergiler arasında. Ne buluyordu bu bitpazarında? Kimseye açıklayamamıştı gereğince. Öyle ya kim severdi kullanılmışı, atılmışı, yıpranmışı, tamir ve tadilat görmüşü? O seviyordu. Çünkü kullanılmışın hikâyesi vardı. Bir yerinde bir not, bir kırılmışlık, bir çizgi, bir iz… Yıllar önce bir ilan okumuştu Salih Usta’nın ekmek sardığı gazetede. Tahta bir at için kullanılmış veya ikinci el denilmemiş, “önceden sevilmiş” notu düşülmüştü. Ne güzel bir ifadeydi! Sen de seversin demeye getiriyordu ilk sahibi. Şimdilerde her pazartesi seveceği bir şey aramak, ararken hikâyeler bulmak en büyük eğlencesiydi. Bazen bir kitap, bazen bir çakı… Mektup açacağı yahut işlemeli bir saat… Her şeyi bulması muhtemel bir masal diyarında dolaşıyormuşcasına titiz ve dikkatliydi. Gökten kucağına üç elmadan biri düşecekmiş gibi heyecan ve bekleyiş içindeydi. Öyle seviyordu pazartesiyi, bit pazarını, hikâyesiyle insanları.

Bildiği bütün mavileri unutturacak bir çift gözle buluşuncaya kadar sessiz, sakin ama selamlaşmayı da ihmal etmeden dolaştı. Öylece çivilenmiş gibi kalakaldı. Mavi büyüdü şaşkınlıkla. Gökyüzü, deniz, boncuk, masal… Gözler, bütün mavileri yatağında toplamış bir nehir gibi.

– Adın ne senin çocuk?

Mavi demesini bekledi. Ses seda yoktu. Çocuk, elindeki bir parça reçelli ekmeğe odaklanmış; ekmeğine konan sinekleri kovma çabasında… Tiksindiğinden değil reçelinden çalmasınlar diye. Onun yerine Hasan Çavuş cevap verdi:

– Konuşmaz o.

– Ahraz mı?

– Değil.

Ağırdan alması biraz canını sıksa da belli etmedi.

– Neyin olur?

– Geçen pazartesi sergiyi topladım. Yükü denkledim. Tam bizim üç tekerlekliye yükleyeyim diye davrandım ki bu zavallı yaklaştı yanıma.

– Ekmek, dedi.

Sağa sola baktım dilendiriyorlar mı diye. Çeteler türedi malum, olamaz olasıcalar! Kimse yoktu etrafta.

– Kimsin, necisin? dedim. Tık yok.

– Ekmek, diye yineledi.

Üç beş kuruş verip göndereyim, vicdanım rahat etsin dediysem de yapamadım. Sardım yükü bizim ihtiyara, sür Fırıncı Selim Usta’ya. Bir güzel karnımızı doyurduk akşam simidiyle.

– Oldu mu? dedim. Güldü ilk defa. 

Hem korktum; kimdir, necidir ama hem de gitmesin, kalsın istedim. “Evin nerede? Bırakayım.” dedim. Sokağa çevirdi bakışlarını. Aldım, götürdüm eve. Bana da can yoldaşı oldu. “Adın?” desem gözleri dolar. “Nerelisin?” desem kaçırır bakışlarını. Sormaz oldum.

– E gitmedin mi karakola falan? 

Olabildiğince kısık sesle sormuştu sorusunu. Meraktı işte. Bir yerden sızıntı arıyordu susuzluğunu gidermek için.

– Gitmedim. Gidecektim. Alıştım. Yoktu. Yalnızdım. Şimdi yalnızlıkla yüzleştim onun varlığıyla. Kaybettiğimi buldum. Bulduğumu kaybederim, diye korktum.

Ekmeğini bitirmiş, ağzının kenarına bulaşan reçeli yalamış, kucağına düşen kırıntıları da dikkatlice atmıştı ağzına. Hasan’la konuşurken bir yandan da çocuğun hareketlerine odaklanmıştı. Reçel sevdiğinden mi bilinmez, tatlı bir aşerme duygusuyla yutkundu. Bir ümitle, belki cevap verir diye;

– Bu kaç para evlat? dedi.

Harika işlemeleri olan Halep işi komodini işaret ediyordu.

-Acaba kim yaptı bunu, nerede yapıldı… ? Soruları çoğalttı bilerek. Belki birine bir cevap…

– …

Susamazdı. Bir hikâye vardı ve yazılacaktı. Üstelik daha başlamamıştı. O susarsa hikâye ölü doğardı.

– Sen mi yaptın yoksa?

– Cık.

– Eee kim?

– …

– Sen bir şey yaptın mı buna benzer?

“Ben kâğıttan gemi yaptım dedemle.” dedi ve kapandı mavi deniz. Bir deniz ki suyu yok. Ağlamadı.

“Kâğıttan bir gemi ile başlar bizim hikâyemiz de o hâlde.” diye söylendi kendi kendine. “Herkes uçurtma uçuracak, çam kabuğundan traktör, bezden bebek yapacak değil ya!” Çocuğun ağzından ilk sözcükler  dökülmüştü. Kelimeler, gökyüzünde yağmur sonrası gökkuşağı gibiydi. Bir bilmece çözer, gizi açar, dehlizi aydınlatır gibiydi her bir harfi. Yavaş yavaş aralayacaktı sır perdelerini.