Akşam olmuş, gün ise yorgunluğunu geceye bırakmıştı. Rüzgâr, pencerelerin kenarındaki eski çerçeveleri hafifçe gıcırdatıyordu. Sokaktan gelen ayak sesleri karanlığa karışıyordu. Bu küçük evi aydınlatan sarı lambanın ışığı, herkesin yüzüne ve yer sofrasına vuruyor; sofradaki her şeye hayat sunuyordu.

Ortada büyükçe bir tencerede sebzeli mercimek çorbası vardı. Çorbadan çıkan buğu, incecik bir tül gibi yükseliyordu. Çorbanın üzerindeki kırmızı sos, ateş halkaları gibi yüzeye yayılıyordu

Dört çocuk, yer sofrasının etrafına dizilmişti. En küçükleri olan dört yaşındaki Alparslan, önündeki kâseye bakıyor ve sabırsızca kaşığını çorbaya daldırıyordu. O kadar acele ediyordu ki çorba bir anda kucağına döküldü. Ali Kerem kendini tutamayıp güldü. Alparslan’ın alt dudağı sarkmış, neredeyse ağlayacaktı. Ablası Betül, onun yanağına kondurduğu küçük bir öpücükle, ağlamasına engel oldu. Kaşığıyla dökülen çorbayı özenle temizledi. “Üzülme, ben sana içiririm.” dedi usulca.

Alparslan başını salladı, gözlerinin içi güldü. Ablası, küçük kâseyi kavrayıp kardeşine çorbayı içirdi. Büyük kızının bu tür davranışları annesinin çok hoşuna gidiyordu. Çocuklar, çorbayı büyük bir iştahla içiyorlardı. Betül’ün ekmeğini çorbaya batırıp yemesini, Ali Kerem de taklit etmeye çalışıyordu.

Bahar, “Ben patatesleri bulmasaydım bu çorba bu kadar güzel olmazdı.” dedi gururla. Abla, kaş göz işareti yaparak “Onları annemle ben doğradım ama!” diye karşılık verdi kardeşine.  Gülüştüler… 

Ali Kerem, sofranın ortasındaki meyve tabağını göstererek kaşığını salladı: “Çilekler benim!”

O akşam, babaları yine yoktu. Nerede olduğunu kimse de sormadı. Sormaya alışmamışlardı. Sadece yoktu işte. Bazen gece yarısı gelir, bazen sabaha kadar uğramaz, gelince de bir şeyler atıştırıp yatardı. Babanın bu sofradaki eksikliği artık bir boşluk değil, bir sessizlikti. Herkes bu sessizliğe alışmıştı.

Annenin önünde de bir tabak vardı. Ama kaşığı uzun süredir yerinden oynamamıştı. Gözleri, çocuklarının yüzlerindeki uzak bir zamana dalmıştı. Onların yüzlerinde, çorbanın sofraya gelene dek yaşadığı sessiz bir emek vardı. Aslında bu emek, çocuklarının omuzlarına çok erken yüklenmiş bir sorumluluktu.

Çocuklar,  o gün okuldan döndüklerinde çantalarını bırakıp pazara koşmuşlardı. Her çarşamba evlerinin yakınında kurulan bu pazar, onlar için ayrı bir heyecandı. Bu, âdeta bir çarşamba etkinliğiydi onlar için. Bu yüzden gelecek haftayı iple çekerlerdi. 

Mahalle pazarının dağılmasına az kalmıştı. Esnaf, artık yorulmuş ve malların yarınki pazarda satılamayacak olanlarını ayırmıştı. Bunlar, kasalara bile yerleştirilmeden kaldırımın kenarına bırakılmıştı. Pörsümüş biberler, yumuşamış domatesler, buruşmuş patlıcanlar…

Çocuklar, neleri alabileceklerini artık çok iyi biliyordu. Betül, en büyükleriydi ve henüz on yaşındaydı. Elinde taşıdığı büyük torbayı özenle doldurdu. O, “Şunun sapı çürümüş ama içi sağlam.” derken Bahar da bir patatesi alıp ona uzattı. Ablası, bakınca “Olur!” dedi ve başıyla onayladı. Onlara bu bakışı anneleri öğretmişti. Çocuklar, bu yaptıkları işin fakirlikten olduğunu bilmiyorlar; bilakis hayatın böyle olduğunu zannediyorlardı. Onlar, sebze ve meyveleri toplarken sanki bir oyunun içindeymiş gibi neşeyle hareket ediyorlardı. Anneleri bu duruma her ne kadar üzülse de başka çareleri yoktu.

Ali Kerem’in minik elleri ise küçük bir çilek kasasını tutuyordu. Ablası, çoğu ezilmiş çileklerin içinden iyilerini iyice ayıkladı. Eve dönerken ellerinde domates, biber, bir kilo kadar patates, biraz yeşillik, birkaç mandalina ve az da çilek vardı.

Pazarcıların bazıları  bu çocuklara alışmıştı. Hatta birkaçı torbalarına birkaç düzgün ürün bile sıkıştırıyordu. İçlerinden Mehmet Amca’nın, onlar için ayırdığı her zaman dolu bir poşeti vardı.

Akşam döndüklerinde, mutfağın küçücük tezgâhına dizilmiş sebzeleri ve meyveleri gören anne, yavrularına hüzünlü bir tebessümle bakıyordu. Her çocuk gibi onlar da annelerini mutlu görmek istiyorlardı. Zaten bu kadın, onların gözünde, bu şekilde yani bir anne olarak doğmuştu.

Çocuklar üstlerini değiştirirken anneleri ise ocağa su koymuş, sebzeleri ayıklamaya başlamıştı. Her birini dikkatle inceleyerek bir mutfak sanatçısı titizliğiyle çürük yerlerini kesmiş, içlerinden yenilebilecekleri özenle ayırmıştı. Patatesleri küp küp, biberleri incecik doğradı. Domatesin suyunu çıkardı. Bütün bu işlemlerde evin ablası, bir sorumluluk hissiyle annesine yardım ediyordu. Soğanı kavururken derin bir nefes almış, kızının yıkadığı mercimeği tencereye koymuştu. Tuzu eklerken dudakları dua eder gibi hafif hafif  kımıldıyordu.

Bahar, çorba kaynamaya başlayınca “Çok güzel kokuyor!” dedi.

Anneleri gülümsedi.

Kısa bir süre sonra sebzeli mercimek çorbası hazırdı. Anne için o sadece bir yemek değil, çocuklarının minicik ellerinin emeğiydi. Oyun çağlarını sorumlulukla karıştırdıkları büyülü zamanların bir bileşimiydi. Bu çorba, yalnızca bir yemek olmaktan öte tamamlanmış bir dua gibiydi. Çünkü o duanın sahibi, bu çorbayla karnını doyuran dört çocuğa sahipti.

Betül, annesinin elinde kaşıkla dalıp gittiğini fark edince “Anne!” dedi kulağına doğru yaklaşarak ve sordu: “Sen neden içmiyorsun?”

Anneleri, dalıp gittiği yerlerden kızının sesiyle dönebildi. Gözlerini buğudan ayırdı ve çocuklarının gözleriyle karşılaştı. Her biri ona bakıyordu. Dört çift göz, dört ayrı dünya…

Kırık bir tebessümle kısıldı gözleri. Bir kaşık çorba alıp dudaklarına götürdü. Çorbayı içerken  çocuklarına karşı gözlerindeki minnettarlık, tuz gibi çorbanın içinde eridi.

“Çok güzel olmuş!” dedi ve ekledi: “Bu dünyanın en güzel çorbası, tıpkı hayat gibi.”

Çocuklar, bu benzetmeye güldüler. 

Betül, “Bu hayattan bir tabak daha alabilir miyim?” dedi.

Alparslan. bunu anlamasa da sofradakilerle birlikte o da güldü.