Yaşadığımız hayat bizim yolumuz. Bu yol ki her gün adım attığımız… Uyuyup uyandığımız, yediğimiz, içtiğimiz, koşturduğumuz… Bir yol ki yaşadığımız veya yaşadığımızı sandığımız.

Yolumuz nereye gidiyor peki? Nereye götürüyor bizi? Ya da şöyle soralım: Yolculuğumuzdan memnun muyuz?

Rüzgar bizi yerde uçuşan yapraklar gibi istediği yere mi savuruyor, yoksa yarına ve diğer günlere kendi isteğimizle mi gidiyoruz?

Hayatımıza bir yabancı gibi uzaktan mı bakıyoruz, yoksa direksiyonu istediğimiz yöne çevirebiliyor muyuz? Kendimizi yaşadığımız hayata ait hissediyor muyuz?

Yemek masasında ya da kahvaltı sofrasında göz göze geldiğiniz kişi ya da kişilerle ruhen ne kadar yakınız?

Bu yolda biz ne kadar kendimiz olabiliyoruz? Başkalarına yetişmek için koşarken kendimizden ne derece uzaklaştığımızı düşündük mü hiç?

Her sabah bir yola çıkıyoruz. Yolculuk nasıl gidiyor? Yolculuğumuza eşlik edenlerle mutlu muyuz?

Soru sormak pek sevilmez bizde. “Kurcalama!” denir. Neden? Kurcalarsak farkına varırız! Farkına varırsak soru sorarız, soru sordukça cevaplarını vermeye başlarız. Aldığımız cevaplardan sonra o yola yabancılaşırız. İşte bu yüzden kimse soru sormamızı istemez.

Onlar gibi, herkes gibi, diğerleri gibi olmamız istenir. Oysa cevaplarımızda samimi olursak kendimizi ait hissetmediğimiz o yoldan en yakın çıkışa gider ve yeni bir yola gireriz. Bundan sonrası zorluk, risk, mücadele demektir ve hayatın altını üstüne getirmektir.

Bunu kaçımız yapabiliriz? Bir, iki, üç… Şems’in dediğini hatırlar, “Belki de hayatın altı üstünden daha güzeldir.” deriz. Vazgeçmeyiz; çünkü o yolun sonunu sadece vazgeçmeyenler görebilir. Vazgeçersek, korkarsak yalnızca hayatı seyrederiz. 

Bu noktadan sonra karar bizim. İstemediğimiz bir yolda esaret mi? İstediğimiz yolda yürümek için cesaret mi? Ömrümüz bize hangisi için verildi?

Sahi biz her gün ne uğruna çaba harcıyoruz?