Her fani dünyaya tek başına gelir. Zamanı gelince insan insanla tanış olur. Bu dünyaya tanış olmaya gelmiştir zaten. İlkin ana babasıyla ve varsa kardeşleriyle bilişir. Göçler, evlilikler, iş için yapılan seyahatler, insanların başka insanlarla tanışma vesilelerindendir. Biliştikleriyle bölüşür dünyasını. Zamanla her fani içtimai hayata karışır. Ya bir okul yurdunda ya bir lise sınıfında yahut da bir kışla koğuşunda birileriyle yediği içtiği ayrı gitmez olur. Aynı şeye güler, aynı hadiseye üzülür ve aynı tavırlara kızar. Bunların adı koğuş arkadaşlığıdır. Gününün çoğunu veya hemen hepsini beraber geçirir.

Bazı arkadaşlıklar, diğer bir deyişle yakındaşlıklar vardır ki koca bir bölük, bir topluluk, bir alay ya da bir sınıf tek kulakla duyar, tek gözle görür gibi olur. Bu hâller, insanları sadece yakınlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda tek bir yürek şekline sokar. Hapisten çıkan, askerden terhis olan ve hacdan dönen birçok insanın bu büyülü hâlinden sıyrılması, bazen günleri bazen de ayları bulur. Bu kabîlden tecrübeler, bir grup insanı tek bir fertmiş gibi kılmakla kalmaz; onları yaşadıkları hadisenin kalıbına da sokar. Sonrasında aileleriyle, eski arkadaşlarıyla ya da başka insanlarla kurulan birliktelikler çoğu zaman aynı tadı vermez. Hatta çoğu zaman bu manevi haz yeniden yaşanmak istense de ilk tecrübelerin yerini tutmaz. İşte bu yüzdendir ki onlara ilk göz ağrım denir.

Üstteki gibi tecrübeler yaşayan insanlar, az veya çok o hatıraları yâd etmek isterler. Kimisi beraber yürüdükleri yolları, kimisi beraber ıslandıkları yağmurları, kimisi de beraber dinledikleri şarkıları yâd ederek teselli etmeye çalışır kendini. İşte geçmiş zamanların kendisi bir yana, hayalleri bile cihana değer. Böyle günleri Yahya Kemal, bin atlı akıncının çocuklar gibi şen olması ve dev gibi bir orduyu yenmesi şeklinde yâd eder. Bazıları için o günler, birer hatıradan ibaret kalır ve bir daha geri gelmez. Gelse de aynı lezzeti vermez. Belki omuzdaki bir kurşun yarasının izinde belki de eski bir kitabın arasındaki kuru bir papatyada yaşatılır o duygu yüklü anlar.

Çocukluk ve gençlik zamanlarında yaşanır ateşîn günler ekseri. İleri yaşlarda bu günler, pilav günleri, mezundaş günleri gibi farklı birlikteliklerle de olsa sırf birer hatıra olmaktan çıkarılmaya çalışılır.

Geçenlerde bir sosyal medya paylaşımında görmüştüm. Dört kadın, bir tatilde çektirdikleri fotoğrafı 25 yıl sonra tekrar çektirmişlerdi. Bu minvalde aynı duyguların peşinde koşanların sayıları da artıyor günden güne. Aynı kıyafetler, aynı kadro ve hatta aynı rota takip ediliyor; sırf aynı hazzı tadabilmek için. Öyleleri de var ki çocuklarına kendi yaşadıkları tatlı hatıraları, sadece sözle anlatmayıp bizzat yaşatmaya çalışıyorlar. Bazen de öyle oluyor ki yıllar sonra, unutulan arkadaşla bir vesileyle karşı karşıya geliniyor. Biri diğerini hatırlarken diğeri “Yaa öyle miydi?” diyebiliyor. Benim gözümün önünden bir film şeridi gibi geçen o sahneler, diğer oyuncuların hafızalarından çoktan silinip gitmiş. “Nasıl unutursun ya? Şöyle şöyle olmuştu.” dense de fayda etmiyor kimi zaman.

Fakülte biterken her yıl bir araya gelmeye, en azından düğünlerimize çağırmaya söz vermiştik sınıf arkadaşlarımızla. İlk yılın sonunda yarıdan fazlasının telefonu ya kayboldu ya da değişti. Sonraki birkaç yıl, bazı arkadaşlarla tek tük hayatın nasıl gittiğine dair resim paylaştığımızı ve mesajlaştığımızı hatırlıyorum. Fakülteden mezun olalı yirmi yıldan fazla geçti. “Acaba beş yıl sonra nerede, on yıl sonra nerede olacağız?” diye sorardık birbirimize. Aradan geçen iki on yıldan fazla süre sonrasında bir kez bile iki kişiden fazla bir araya gelemedik sınıf arkadaşlarımızla. Lise de öyle, orta mektep de.

Bu noktada son dönemlerin usta mizahçılarından Müfit Can Saçıntı’nın “Yaşamak Güzel Şey” filminden iki sahneyi hatırlamamak olmazdı. Ortaokuldan bir arkadaşını arayan ağır hasta ve gün sayan karakterimiz, onu bulup içinde kalan bir düğümü çözmek ister. Bu maksatla sınıflarının buluşmasına gider. Masa, gelecekler için hazırlanmıştır. Ancak sadece iki kişi gelmiştir oraya. Diğer gelen arkadaşının saçı sakalı ağarmış, gülüşü de değişmiştir. Hayatta bazen tatlı hatıraların büyüsünün kaçmaması için hayalde yaşatılması daha doğru olur. Sahnede bu iki arkadaş, lisenin son sınıfında birbirlerine her sene buluşmak için söz verdiklerini, kimsenin gelmediğini, zaten herkesin böyle sözler verdiğini konuşurlar. Son olarak filmin başkahramanı, aradığı arkadaşı Hacer’i görüp görmediğini sorar. Bu arada adresini almış ve son sözünü söylemek üzere yola koyulmuştur.

İkinci sahnede, ortaokul ve lisede içten içe ilgisini çekmek için binbir muziplik yaptığı, derin duygular beslediği güzel kızın hayali belirir zihninde. Bir akşam vakti kapısının ziline basar. Zilde, Seyit diye biriyle evli olduğu görülür. İçeriden eski güzelliğini kaybetmiş bir kadın çıkar. Güzelliğine münasip bir kişiyle de evlenmemiştir. Yaşadığı yer de köhne bir evdir.

Başkahraman, ne kadar uğraşsa da kendini hatırlatamaz muhatabına. Kapı aralığından bakan Hacer, işte o can yakıcı cümleyi söyleyiverir: “Doğrudur kardeş, buyur konu neydi?”

Ona bir cümle söyleyeceğini, içinde kalmasını istemediğini söyler. Sonunda içeride kanepede uyuklayan kocasının duyacağı şekilde -kulağa tuhaf gelse de- ortaokul yıllarında onu çok sevdiğini söyler. Sonrası malum, enişteden yumruğu gözüne yer.

Yaşadığımız hayat gerçekten çok çabuk geçiyor, hatıralarımızı yâd etmek için bile fırsat olmuyor çoğu zaman, vesselam.