Değerli Okurlarımız,

Baharın eşiğinde, cemrelerin eşliğinde ve ramazan ayının huzur veren gölgesinde selamlıyoruz sizi bu ay. Tabiat yavaş yavaş kış uykusundan uyanırken ruhlarımız da tazelenmeye, arınmaya çağrılıyor âdeta. Bunun için de “Hem bahar hem de ramazan mevsiminden daha iyisi ne olabilir?” demekten kendimizi alamıyoruz. İşte bu duygularla aralıyoruz mart sayımızın rengârenk, yaldızlı kapağını.

Zaman ne kadar da çabuk geçiyor! Ne engel olabiliyoruz akrebe ne de alıkoyabiliyoruz yelkovanı yol almaktan. Fırçalar değerken ıssız dallara, bir tebessüm yeşeriyor yeniden ve ılık bir bahar esintisi geliyor günlerimize. Biz diyelim “nevbahar”, siz söyleyin ilkbahar… Sözcükler bir bir düşen cemreler gibi işliyor içimize. Ardından şairlerin kalemlerinde ışıldayan mahyalar takılıyor gözlerimize. Bir rahmet ve bereket destanı yankılanıyor “klasik edebiyatın ramazan şiirleri”nde. 

Kâh bir gurup vakti “göl dalgalanıyor” maviliklerinde süzülen kuğuların şarkılarıyla kâh dalgalarında yüzyıllık efsaneler canlanıyor. Derken bir şiirin kıyısında, ifade-i meram yokuşunda yorulmamış ve bayramlık heceler kuşanan “şiraze” hayaller, ebemkuşağı örüyor.  

Öte yandan yanarak şekillenen, külle yazılan bir görsel şiir, “kül ve iz”inin etkileyici sınırına ulaşıyor. Sonra “Her iz, anlatılması gereken bir hikâyedir.” diye haykırıyor. Sanki her şeye rağmen, hâlâ yerinde durmanın dersini veriyor. “Aptallığın teorisini yazan teolog: Dietrich Bonhoeffer” gibi belki de. Aptallık ağına takılmadan, birlikte yaşama sanatı beliriyor bir biyografinin satır aralarında. 

 “Eyvallah” diyerek, başkalarının hikâyelerine empatiyle yaklaşmayı deneyimlerken bunun kiminle, ne ile olduğu fark eder mi? Söz gelimi sokak lambalarının zayıf ışıkları altında kaldırımlara sığınan ve yalnızlıkla zaman arasında bağ kuran bir “evsiz”le belki. Belki de bir avuç sevgiyle kalbin derinliklerine kök salan “ahsen” bir menekşeyle. 

Zaman zaman türlü hisler dolmaz mı insanın yüreğine? Bazen bir çiçekle sevinip bazen de kimsesizliğe kederlenmez mi kalp? Güldüğü de olur hüzünlendiği de pekâlâ. Öyle anlarda bir nağme ziyafeti dolar gönlüne derinden. Geçmişin temiz, saf iklimine götüren bir çağrının sesi gibi… “Hüznün sesi yahut Aysun Gültekin Hanımefendi”nin türküleri gibi. O ses, kimi zaman bir yaylanın serin rüzgârına karışır kimi zaman bir köy çeşmesinin başında, suyun çağıltısına. Ruhları sarıp sarmalar, yitik zamanların izini buldurur. Yalnız bir hüzün sesi midir ruhları serinleten? Bir sanat eseri de iyi gelmez mi duygu yorgunluğuna? İlahi bir hikmet incisinin, harikulade bir mihrap enginliğinde “etka”yı hatırlatan kûfi bir hat ise mesela bu. Böylece göz nurunun yaldızlı parıltıları arasında estetik bir mütalaa anı yakalanır.  

İşte bu duygular eşliğinde hayat buldu Helezon’un 41. sayısı. Hep birlikte “Kırk bir kere maşallah!” diyelim mi? Bu arada Helezon’a renk katan bütün sanatçı, şair ve  yazarlarımız gönül dolusu teşekkürü hak ediyorlar değil mi? Elbette ki özveriyle çalışan görsel ve sosyal medya ekibimiz ile yayın kurulumuzun bütün üyeleri de… Kuşkusuz sizler de teşekkürün en içten olanına layıksınız. Sizin ilginizle, değer vermenizle, dostlarınıza önermenizle büyüyor Helezon… Nisan yağmurlarının nağmesinde ve bahar meltemlerinin ılık esintisinde soluklanabileceğiniz yeni sayımızda buluşmak ümidiyle… İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!