Değerli Okurlarımız,
Haziran, zamana işlenmiş bir şiir gibi karşımıza çıkarken; serin sabahlarda toprağa sinen taze yağmur kokusu, öğle sıcağında kıvamını bulan gölgeliklerin huzuru ve akşamüstü bulutlarına vuran hoş pembelikler de yeni mevsimin perdesini usulca aralıyor. Tabiat, baharın coşkunluğunu geride bırakıp yazın olgunluğuna doğru yol alırken kuşlar, en gür cıvıltılarıyla ve çiçekler de rengârenk yüzleriyle karşılıyorlar yeni ayı.
İşte bu duygu ve nağmelerle örgüleniyor yeni sayımız; edebiyatın ve sanatın evrensel dilinde buluşmak gayesiyle. Nâzım Hikmet biyografisi baş köşeyi tutarken, insana dair duygu ve düşüncelerin bir boyutu deneme örtüsüne bürünüyor. İki güzel hikâye, duyguları doruklara taşırken hassas kalemlerden süzülen mısralar diziliyor nesir aralarına. Objektifler, bir kelebeğin kırmızı benekli kanatlarına takılıyor; ebru teknesine girip bezeniyor dağ ve göl. Nihayet farklı coğrafyaların renkleriyle birlikte yollarımız, Balkanların tarih ve kültür kokan bir mimari yapısında kesişiyor. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri işliyor sanki ruhlara, ilhamlar yağıyor kalemlerin ve fırçaların ucuna. Böylece yepyeni bir sayı doğuyor haziran sabahına.
Bu sayımıza, “yalnızca şair değil, çağının aynası” diye anılan Nâzım Hikmet Ran’ın biyografisi damgasını vuruyor. Şiirleriyle yürekleri tutuşturan usta şair, bu kez yalnızca meşhur dizelerinden değil, sürgün trenlerinden hapishane avlularına uzanan çetin bir ömrün kavşaklarından sesleniyor. “Sürgün ve Hapislerin Sembol İsmi: Nâzım Hikmet”in sesinin, bugünün adalet çağrılarında hâlâ çınladığını görmek isteyenler için bu biyografi, bir yüzyılın nabzına tutulmuş sarsılmaz bir pusula niteliğinde.
Bu ünlü kalemin ardından, mısra aralarına baharın buruk sesini işleyen bir başka güzide kalemi ağırlıyoruz: Kırgız halk şairi Sooronbay Cusuyev. II. Dünya Savaşı’nın izlerini taşıyan ömründe, edebiyatla teselli bulan şair, gözlerin bir mevsim gibi açılıp kapandığı o ilk bakış anını, içimizde kalan eksik baharları arayan duygulu bir sesle dile getiriyor. Şiir, geçmişin titrek ışığında kalan bir sevda kırıntısı ve hasretin evrensel lisanıyla dokunuyor her dizede. Öyleyse bahar yağmurlarının eşliğinde, Türkçeye kazandırılan “o günler”in selis dizelerine akseden özlem yüklü sese kulak verelim mi?
Şiirin zarif titreşimlerinden sonra yönümüzü, insanın iç dünyasının sınırlarında dolaşan çarpıcı bir öyküye çeviriyor ve şöyle soruyoruz: Aynalar sadece bir görüntüyü mü yansıtır, yoksa içimizde sakladıklarımızı da dışarı vurur mu? Gözün göremediğini ruh sezebilir mi? “Yansıma”, varoluşun kırılgan aynasında kendi suretiyle karşılaşan insanın, zamanla özüne dahi yabancılaşmasının sarsıcı öyküsü. Şimdi, hikâyenin giderek derinleşen katmanlarında, zihnin aynalı dehlizlerinde ve aynaların gölgesinde yankılanan bu psikolojik derinliğe adım atma zamanı…
Yansımalarla örülü bir labirentin ardından, tutsaklığa rağmen umutlar da yeşermiyor değil. Sözcüklerin gökyüzüne salındığı dizelerde, bir çocuğun gözlerinden süzülen özgürlük arzusu, demir parmaklıkların ötesine taşan bir güneş gibi doğuyor. Özgürlük, şiirde bir hayalin peşinden sürüklenen ama asla vazgeçmeyen bir yüreğin adı oluyor. Buruk ama umutlu sesiyle, “Sana en çok hürriyet yakışıyor.” diyen şair, okurlarını kelimelerin sınır tanımayan özgür dünyasına davet ediyor.
İmgelerin izini, gözyaşıyla ıslanmış kader satırlarını, tozlu raflardan gün yüzüne çıkaran bir deneme takip ediyor: “İnsan, insanla yazılır.” Her cümlesi, tıpkı bir kalbin, diğerinin ritmine değdiğinde gizli mısraların can bulup yaraların söze dönüşmesi gibi… İnsanın, ancak başka bir insanın aynasında okununca tamamlanması misali… Eğer satır aralarındaki o kadim fısıltıya kulak vermeye hazırsanız, insanın insana emaneti olan bu derinlikli yazının labirentlerine davetlisiniz.
Beyaz kanatlı, kırmızı benekli bir masalı gerçeğe dönüştürme tutkusu, sizce bir insanı kaç yıl peşinden sürükleyebilir? Bir kelebeğin kanadında yılların sabrı ve kaybolmakta olan bir güzelliğin izleri taşınabilir mi? Apollo kelebeğini görmek için dokuz yıl boyunca gözlemcilik yapacak kadar bir fotoğraf tutkusunun öyküsü, belki de bu sayının en kırılgan ama en güçlü cümlesi. Uludağ’dan Kuzeydoğu Anadolu yaylalarına uzanan bu arayış, nesli tükenme tehlikesindeki “Apollo”nun peşinde adım adım umuda dönüşüyor. Sonunda kader, gözlenen kelebeğin yerine bir başka ender güzelliği yani “Nomion Apollosu”nu sunuyor.
Bazı yolculuklar bir kelebeğin peşine düşmekle başlar, bazılarıysa insanın kendi iç çölünde, bir “sahra”da yürür sessizce. Bazen bir kelebek dokunuşudur şiiri başlatan, bazen de bir mısranın gölgesidir kelebeği görünmez kılan. Bir ömür, zamana tutunabilir mi çöl rüzgârlarında savrulurken? “Sahra” şiiri, kâh bir zeytin dalının huzuruna kâh ıssız sokakların firakına sürüklüyor dize dize. Her kelimesiyle de yorgun bir yürüyüşün izini bırakıyor dilimizde. O hâlde zamanla yarışan bir ruhun, çöl ortasında yankılanan haykırışını dinlemeye var mısınız?
Hayat, bazen en güzel hayallerin kıyısında ansızın yitip giden umutlarla sınar insanı. “Zehra Hemşire”nin Diyarbakır’dan Afyon’a uzanan memleket yolculuğu, sadece bir şehirler arası mesafe olmayıp duyguların, beklentilerin ve hayal kırıklıklarının iç içe geçtiği bir kader yolculuğu. Gelincik tarlalarında düşlenen beyaz gelinlikli bir fotoğraf, nasıl da bir anda simsiyah bir yası simgeler hâline geliyor… İçinde hem hasret hem hayal hem de tarifsiz bir acı barındıran bu öykü, hayatın incecik çizgilerinde yürütüyor insanı. Genç bir hemşirenin hikâyesi, okuyan her yüreğe dokunacak kadar gerçek, unutulamayacak kadar derin.
Zamanın uzayan gölgesinde, sabrın sınırını ve beklemenin içten içe yıpratan sızıntısını sorgulayan bir şiir var sırada. Gecesi aymaz, sabahı aymaz günlerin içinde; suçlayan diller kadar susan bakışların arasında, bazen bir dizede asılı kalan, kırılgan bir hayatın özeti belki de bu şiir. “Beklence”, sözcükleri paslı çivilere asarken, sabrın ötesinde çırpınan, umudu bile yargılayan bir bekleyişin izini sürüyor. Okuyup üzerinde düşünmeye değer doğrusu.
Şimdi de gözler, Romanya’nın güneydoğusundaki sessiz bir kasabanın ortasında yükselen ihtişamlı bir anıta çevriliyor: “Roma İmparatorluğu’nun Zafer Anıtı Tropaeum Traiani”a. Anıt, bakmayı bilen gözlere yalnızca bir zafer öyküsü değil, uygarlığın hafızasını bugünün sessizliğine emanet etmiş görkemli bir köprü niteliğinde. Kılıç şakırtıları ve zafer naraları çoktan tarih sayfalarına karışsa da geçmişin yankılarını taş kabartmalarında saklayan anıt, aynı zamanda bir medeniyetin gölgesinde kalan hikâyelerin de sesi. Bu tarihî yapı ile birlikte baharın güzelliklerine de tanıklık eden yolculuğumuza yazının satır aralarında eşlik etmek ister misiniz?
Renklerin kıvrımıyla şekillenen “dağ ve göl” ebrusu, bir düş ile gerçek arasında salınan manzarasıyla, izleyenleri sanatsal bir zevke davet ediyor. Sisler ardındaki mor dağlar, gökyüzünün sükûnetiyle bütünleşirken, gölün durgunluğu insan ruhunun teskin hâlini temsil ediyor. Tabiatın arasında tek başına duran figür ise insanın hem yalnızlığını hem de güzellikler karşısındaki hayranlığını aynı anda fısıldıyor. Renkler birbirine saygı duyarcasına geçiyor bu sahneden. Eser, bakıldıkça derinleşen, her bakışta yeniden yazılan ve renklerin diliyle konuşan bir şiir sanki.
Bu harika görselle birlikte biz de sözün, rengin ve duygunun iç içe geçtiği 44. sayımızın takdimini tamamlamış bulunuyoruz. Bu vesileyle bütün yazar, şair, sanatçı ve emeklerini esirgemeyen yayın kurulumuza teşekkür ederiz. Helezon’u her ay yeniden dokuyan siz değerli okurlarımızı ise bu edebî yolculuğun bir parçası olmaya davet ediyoruz. Haziran, yalnızca bir mevsimin dönüşümü değil, her birimizin iç dünyasında yeşeren yeni başlangıçların da mevsimi olsun. Yeni sayılarda buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.
Sağlıcakla kalın!
Hayırlı olsun. Emeği geçenlere teşekkürler.
Harika bir yazı dizini.
Yakın geçmişin şairlerinin hoş dizeleri eşliğinde yeni ayın duygu ve görsellerinide harmanlayan bir yazı olmuş, keyif ve zevkle okudum.
Emeklere ve kalemlere sağlık.