Değerli Okurlarımız,

Ağustos, güneşin cömertçe gülümseyip beyaz taşlara değdiği, toprağın bolluk içinde ikramlar saçtığı, akşamüstülerin ağaçların gölgelerine yaslandığı, lavanta kokulu rüzgârların dalga dalga yayıldığı şiir gibi bir yaz ayı… Biz de böylesine güzel günlerin ilham esintileriyle, mavi limanlardan eksik satırlara, kaybolan isimlerden yeniden doğan umutlara uzanan helezonik bir edebiyat yolculuğuna çıkıyoruz. Bazı satırlarda bir dostluğun içten bir sözle canlanışına, bazılarında ise bir çorbanın buharında kaynayan sevgiye şahit oluyoruz. Birbirinden değerli eserleri satır satır okuyup dize dize hissederken şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: Bazı şehirler bizi çağırır, bazen adımızı unutan topraklara mektuplar yazarız.

Yeni sayımızın ilk sayfalarında, sanki zamanın yavaşladığı ve gül kokuları arasında geçmişin gölgelerinin gezindiği Balçık karşılıyor bizi. Bulgaristan’a bağlı ve “Karadeniz kıyısında şirin bir kasaba” olan kent, Botanik Bahçesi’nden Kraliçe Maria’nın Sessiz Yuva’sına, Kaliakra’nın kayalıklarından Nazım Hikmet’in “Mavi Liman” özlemine uzanırken, anıların eşiğine kurulmuş şehirlerin ruhunu yansıtıyor. Acaba bazı şehirler bizi çağırmaz da biz mi onlara gideriz? Sorunun cevabı, Balçık’ın tarihle hayal arasında uzanan gizemli hikâyesinde ve iyi ki gitmişim! sesinin satır aralarında yankılanan etkisinde saklı olabilir.

Yol boyunca yüzler neden silinir, hafıza niçin rüzgârda savrulan yapraklar gibi tutamaz onları? Hangi kayıp bakış ve hangi yarım kalmış tebessüm, kaosun dalgalarında dağılır? Mariela Cordero, kalabalığın içinde birdenbire parlayan, yabancı ama kadim bir sezgiyle tanıdık gelen “yüz hatları”nın mucizesini fısıldıyor. İspanyolca ile Türkçenin ritmik seslerinden süzülen sözcükler, kayboluşun sessiz sızısını ve bulmanın şimşek gibi çakan sevincini aynı nefeste taşıyor. Bu güzel şiirin dizelerinde, arayışın bitmeyen yorgunluğunu hissedip sevilen yüzde toplanan sezilmiş hatların büyüsüne kapılmamak mümkün mü? 

Kimi dostluklar vardır ki zaman geçse de unutulmaz, bazı sözler vardır ki tutulmasa bile insanın içinde ukde kalır. İnsan, bu dünyaya tek başına gelir ama ruhu, dostlukların sıcaklığında çoğalır. Kimi zaman asker ocağının loş koğuşlarında kimi zaman gençliğin ateşli günlerinde kimi zaman da yıllar sonra bile unutulmayan bir bakışta saklıdır derin bağlar. “Doğrudur kardeş, buyur konu neydi?” sorusunun etrafında, birlikte yaşanan günlerin ilk göz ağrısı gibi kıymetli olduğu hatırlanır. Zira bazı hatıralar, aradan yıllar geçse de bir cümleyle tekrar kanat açar. Sahi hayat hızla akıp giderken, eski dostlukların hayali bile cihana değmez mi?

Bursa sabahlarının sessizliğinde, duvarlara eğilen hilallerin, vitrinlerde unutulmuş kırık kalplerin ve camlarda devrilen yıldızların gölgesinde bir şiir yankılanıyor. “Sırra kadem” basan bu şiir, avuçlardan kayan kimliğin, anne sesinde kaybolan ismin ve kuyulara düşmüş sığınaksız kalbin güçlü bir sesi niteliğinde. İmge yüklü sözcüklerinde sessiz çığlıklar gizlenirken, her sessizlikte yeniden üflenmeyi bekleyen kıvılcımlar nefes alıyor.  Her dize, sanki “Her karanlık bir güneş doğumunu saklar.” dercesine haykırıyor. Ardından mısra aralarında usulca titreşen ve ışığa dönüşmeyi bekleyen umut şöyle fısıldıyor: “Küllerinden doğar kor ve uykuya yatmış alev.” 

Annenin titreyen parmaklarıyla ve çocuk ellerin minik telaşlarıyla hazırlanan bir sofra… Bir lokma ekmek, bir tas çorba, bir yudum sevgi… Eksik bir babanın bıraktığı sessizlik, yer sofrasının etrafında nasıl boşluk olmaktan çıkıyor? Körpe ellerin topladığı sebzeler, annenin titiz dokunuşuyla nasıl olup da dünyanın en güzel çorbasına hatta hayata benzeyen bir hikâyeye dönüşüyor? Belki de sorulması gereken soru şu: Hayat, bazen küçük bir tencerede kaynayan “çorba”nın buharında filizlenen bir sevgiden ibaret değil midir? Öyle ki buharı göğe yükselen ince bir dua, kaşığa sığmayan bir umut… Zaten hayat da bazen bu kadar basit, bu kadar kırılgan ve bu kadar kutsal değil mi?

Bir isim, gerçekten sadece bir kelimeden mi ibarettir, yoksa bir ömrün gölgesi midir? İnsan, kök salamadığı bir dünyada nasıl dallanır? Kaç katışıksız dua, unutuldu sanılırken göğe ulaşır? “Adımı unutan topraklar”, sürgün edilmiş bir kalbin hafızada bıraktığı keskin izleri taşıyan bir şiir. Duygu yüklü şiirin her dizesi, zamanın unuttuğu bir yara gibi kanıyor; her sözcüğü unutuluşun karanlık kuyularından geçip başka duvarlara tutunuyor sarmaşık gibi. Bu şiir, sadece okunmakla kalmaz; içinden geçildiğinde hafızaların en sessiz odasına bir göçmen yıldız bırakır. 

Hiç düşündünüz mü, bir insanın varlığının başka bir insana nefes, huzur hatta dua olabileceğini? İnsanın insana dokunuşunun, bir hayatın akışını değiştirecek kadar güçlü olabileceğini hissettiniz mi? Bir omuzun bir kalbe sığınak, merhamet dolu bir bakışın bir ömre teselli olabileceğini tecrübe ettiniz mi? “Kalpten Kalbe Emanet”, dostluğun kelimeleri aşan hâlini ve insanın insana dokunduğu her anın, dünyanın yükünü hafifleten bir keramet olduğunu anlatıyor. Belki de asıl huzur, yollar ayrılsa da gönüllerin bir kaldığını bilmekte ve aynı göğe bakınca dünyanın daha yaşanabilir olmasında gizli değil midir? Birinin hayatına dokunmak dedikleri de bir yönüyle bu olsa gerek.

İnsanın en büyük arayışı, hakikatin kapısında boynu bükük durabilmek midir? Kulun tesirli bir duası arınmış bir kalp midir, beklentisiz bir teslimiyet mi? Gözleri gayp ufkunda bir yolcu, benlikten soyunup hakikatin eşiğine varabilir mi? “Dilek”, bir hâl kulunun sessiz yakarışını, dünya yüklerinden sıyrılmış bir ruhun saf arayışını ve duru bir kalbin dünyaya ait bağlarını çözerek Yaradan’a yönelişini taşıyor mısralarına. Her sözcüğü tevazu gömleğine bürünmüş bir dilin yakarışı, her soluğu ilahi kapının önünde boynu bükük bir bekleyiş… Ve belki de bu şiir, hepimize sessizce soruyor: Gerçek vuslat, dünyadan alakasız, O’na adanmış bir kalpte mi saklı?

Nobel Edebiyat Ödüllü ve “20. yüzyılın en etkili romancılarından biri: Thomas Mann”, yaşadığı yüzyıla damgasını vuran bir yazar… Almanya’da doğup büyüyen, hayatının belli zamanlarını İsviçre ve ABD’de geçiren yazar; Buddenbrooklar’da bir ailenin sessiz çöküşünü, Büyülü Dağ’da savaşın eşiğinde insanlığın solgun nefesini, Venedik’te Ölüm’de de soysuzlaşmış yaşam tarzı yüzünden perişan olan bir sanatçının öyküsünü anlatır. Eserleriyle sesini dünyaya ulaştıran ünlü romancı, zaman zaman sürgünde bir fener gibi yükselen sesiyle, karanlık ufuklara karşı direnir, kelimeleri korkunun ördüğü taş duvarları aşar. Hayata gözlerini yumduğunda, geride yalnızca büyük romanlar değil, karanlığa karşı yükseltilmiş bir vicdan bırakır.

Bazı sorular vardır ki cevapsızlığıyla kalır insanda; bir ses, bir koku, bir bakış… Söz gelimi hafızanın tozlu raflarında kalmış bir isim kaçıncı seslenişte yitirir ahengini, hangi yağmurun izinde kaybolur? Hangi sözcükler gözyaşı olup akar, hangi satırda yarım kalır duygular? Eksilenler, dilde ve hafızada nasıl çoğalır da kaç kez süzülür gönül penceresinden? “Eksik Satırlar”, hatırlamanın kırılgan ve nahif sesiyle, kaybın yavaşça içe çöktüğü anlar arasında salınan bir bellek monoloğu. Her dize, söylenememiş cümlelerin ve bir köşebaşında bırakılmış vedaların iç çekişiyle örülü. Sizce de bu şiir, kulağımıza hatırlamanın da unutmak kadar şiirsel olabileceğini fısıldamıyor mu?  

Bal mumu ve pigmentler ateşe dokunup da renkler usul usul erirken, hangi sırra uyanır zaman? Bir zeminde dalgalanan encaustic çizgiler, geçmişin yankıları mıdır yoksa geleceğin henüz tutulmamış dilekleri mi? Kadim çağların unutulmuş nefeslerini anımsatan “frekans”, bir teknikten öte ruhun eriyip yeniden doğduğu, ateşle ışığın birbirine kanat gerdiği gizemli bir eşik gibi… Bin yıllık geçmişin gizli olduğu her katman, âdeta asırlık mezarların duvarlarından süzülen bir ışıkla dalgalar hâlinde geleceğe sızıyor; renkler ise göğe yazılmış içten bir duanın yankısına dönüşüyor. Bu harika görsel, âdeta içimizde zaman zaman unutulmaya yüz tutmuş sonsuz bir düş ülkesinin kapılarını aralıyor. 

Sonuç olarak 46. sayımız, yaz sıcağında rüzgârın serin dokusunu kelimelerle örerek yolculuklar, dostluklar, kayıplar ve umutlar arasında gelgitler yaşıyor. Biz de duygularımıza dokunan her eserin sahibine ve bu güzide çalışmaların yayına hazırlanmasında gösterdikleri titiz emekleri için görsel ve sosyal medya ekibimizle yayın kurulumuza en içten teşekkürlerimizi sunarız. Mavi limanlardan sırra kadem basan mısralara, eksik satırlardan küllerinden doğan umutlara uzanan dördüncü ağustos sayımız, kulağımıza şöyle fısıldıyor: “Bazı kelimeler içimizdeki en derin yankıyı bulur.” Yeni sayılarda buluşmak dileğiyle. İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!