“Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.”

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Hayatımızın en önemli temel taşlarından biri olan zaman, biz nerede ve ne durumda olursak olalım aynı hızında gelip geçiyor. Zamanla bağımız birçok açıdan değerli ve vazgeçilmez sayılabilir. Onlardan birinin saat olduğunu söylesek, sanırım kimse şaşırmaz. Zira hayatımızın hangi yönüne yüzümüzü çevirirsek çevirelim, kendimizi saatle ilgili onlarca sorunun içinde bulabiliriz:  

– Saat kaç?

– Ders saat kaçta başlıyor?

– Otobüsün kalkmasına kaç dakika var?

Peki, su gibi akıp giden zamanın ne kadar içindeyiz ya da ne kadar dışında? Tanpınar gibi, kâh kendimizi fiziksel dünyanın bir ögesi olarak görelim kâh ruhsal âlemde kabul edelim. Her hâlükârda zamandan ayrılıp apayrı bir güzergâhta yol almamız mümkün değil. Doğal olarak saatsiz bir hayatı düşünmemiz de o nispette muhal. Hatta diyebiliriz ki saat her anımızda ve yanımızda. Dilimizde, töremizde, dünümüzde, günümüzde… Nereye bakarsak orada, hasılıkelam. Gün içinde telefon ekranımızın üstünde ya da bilgisayarımızın sağ alt köşesinde bize göz kırpan bir uyarıcı. Evimizin en göze çarpan duvarının vazgeçilmez bir süsü. Birçoğumuzun sağ ya da sol bileğinin ayrılmaz bir aksesuarı. Zaman zaman kişisel bir tarzın ifadesi ve özel günlerin unutulmaz hediyesi… Diyeceğim o ki her an o bizimle, biz de onunlayız. İsterseniz dünümüzden başlayalım, onunla olan bağımızdan söz etmeye.  

Şöyle bir geçmişe dönüp baksak, hayatımıza hükmeden ne çok anımız var saate dair. Onların her birini anımsadığımızda, çocukça bakmak başka bir şeymiş zaman ve saat kavramına deriz. Eski okul günlerimizde baş ucumuzda uzun uzun öten çalar saatleri, dedelerimizin ceplerinden eksik olmayan köstekli saatleri, farklı mekânlarda gözlerimizin ara ara iliştiği guguklu saatleri unutmak ne mümkün!  

Yalnız anılarımızda saklı değil elbette saat. Dilimize de yerleşen ne çok ifade var ona dair. Yoğun mesaisinden başını kaldırmak isteyen amire ve memure nefes aldıran bir mola: Kahve saati! Hanımların envaiçeşit hamur işleriyle taçlanmış buluşma günlerinin favori anları: Çay saati! Okuldan karnı zil çalarak gelen çocukların yüzünü güldüren tatlı bir nida: Yemek saati! Büyük, küçük bütün öğrencilerin duydukları hoş bir seda: Oyun saati! Ve en güzeli masal saati biten bebeklere mülayim bir anne sesi: Uyku saati!

Bu hoş ifadelerin yanı sıra saati hatırlatan bir düzine sözcük yerleşmiş dilimize: Akrep, yelkovan, dakika, saniye, buçuk, çeyrek, zemberek… Bu sözcüklerden bir demet alıp bir ritim oluşturmak istesek, ortaya nasıl bir görüntü çıkardı acaba? Behçet Kemal Çağlar, bunu yapmış ve ortaya ne çıkmış biliyor musunuz? Harika bir şiir: 

“saat

zamanın tek gözü: saat, masada;

akreple yelkovan soluk soluğa,

çıkmışlar son bir defa yolculuğa,

birazdan bir daha buluşacaklar.”

Saatle ilgili yalnız ifadeler ve sözcükler yok dilimizde. Devirlerin gelip geçmesine mukabil içinde saaati barındıran pek çok atasözü hayatımızı anlamlandırmaya devam ediyor: 

Atlıya saat olmaz.

Boşa harcadığın bir dakika, ömründen çaldığın bin dakika.

Sitteisevir her saati bir devir.

Atasözü deyince yanında bir de deyimlerimizi anmadan olmaz herhâlde. Saat sözcüğü deyimlere de çok yakışıyor gerçekten: 

Dakik olmak, saat bu saat, saat gibi işlemek, saati saatine, saati saatine uymamak vs.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi saat hayatımızın her anında kendini hissettiriyor. Onunla oturup onunla kalkıyoruz âdeta. Bizi tatlı uykularımızdan ayıran itici melodi sesiyle başlıyoruz güne mesela. Sabahları her ne kadar uykumuz ağır bassa da kulaklarımız alarma kayıtsız kalsa da güne başlamamak, çalışmamak olmaz ki… Tıpkı Modern Folk Üçlüsü’nün söylediği gibi:  

“sabahları erken erken, gün doğmadan mırıldanır

duyarsın sen de dinlersen, tıkırtılar mıkırtılar

t(i)rik t(ı)rak t(i)rik t(ı)rak olur mu hiç çalışmamak?” 

Peki, hayatımızın içine bu kadar girmiş olan saatle nasıl tanışmışız? Kim ölçmüş zamanı önce? Kimin eli değmiş ilk onun zembereğine? 

İnsan olarak zamanın akışını ölçme ihtiyacımız, binlerce yıl boyunca saati bulup onu geliştirmeyi de beraberinde getirmiş. İlk defa M.Ö. 4000’lerde Mısır’da kullanılmaya başlanılmış saat. Mısırlılar Güneș’in her gün belirli bir düzende doğup battığını keşfedince güneş saatini icat etmeyi başarmışlar. Ancak güneş saatinin bir eksikliği varmış. Geceleri güneş olmadığı için doğal olarak çalışamıyormuş. Bunun üzerine Antik Mısırlılar kum saati ile su saatini icat etmişler. Derken, saatçilik alanındaki en büyük devrim, mekanik saatlerin icadıyla gelmiş. İlk mekanik saatler, Ortaçağ’da manastırlarda kullanılırken, sonraları kule saatlerine dönüşmüşler. Saat kulesi, topluluğa zamanı haber verirken aynı zamanda şehrin sembolü hâline gelmiş. 

Günümüze gelince saatler, fonksiyonlarına göre birçok çeşide ayrılıyor. Duvar saatleri, cep saatleri, akıllı saatler, analog saatler, dijital saatler ve kol saatleri… Bir de kum saati var ki şahsen benim en sevdiğim masa aksesuarlarından biri diyebilirim. 

Saatin varlığını, sanatın ve edebiyatın içinde de görür ve hissederiz. O, kimi zaman her anımızın kıymetini anlatan bir şarkının ritmik notaları, kimi zaman günlük hayatımızı organize eden bir orkestra şefi gibidir. Söz gelimi bir saatin akrep ve yelkovanı, bir romanın sayfaları gibidir; hayatın sayfalarını çevirir durur. Büyüklerin “Hayatım roman!” demelerinin hikmeti bundan mıdır bilmiyorum. Saat, Türk edebiyatında birçok kitabın içeriğinde ağır basarken bazı eserlerin de adını oluşturmuş. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanı, bu konudaki ilk akla gelen isim belki de. Bundan başka Ahmet Haşim’in “Göl Saatleri”, Sezai Karakoç’un “Hızırla Kırk Saat”i, Turgut Uyar’ın “Büyük Saat”i yine ilk akla gelen eserlerden. Bu isimlerin yanı sıra Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanı ile Marcel Proust’un dev eseri “Kayıp Zamanın İzinde” hep saatle şekillenmiştir.

Saat mefhumu kişiye ve zamana göre değişir. Bazen iple çekeriz onu; gelir lakin kaşla göz arasında geçer. Bazen de zaman durur sanki, saniyeleri sayarız. “Gün olur asra bedel” diyebiliriz. Öyle ya da böyle… Aslında Necip Fazıl’ın dile getirdiği gibi ruh hâlimize göre değişir saatin vakti:

“bakma saatine ikide birde!

hâlin neyse saat onun saati.”

Öte yandan her ömrün bir saati vardır ve tükenmemesinin imkânı yoktur desek yanlış söylemiş olmayız. Uzun bir ömür süren Kanunî Sultan Süleyman’ın; 

“Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü aded 

Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saat gibi” beytinde dediği gibi bir gün gelir de her birimiz kumların adedinin çokluğuna rağmen bir saatte akıp gittiğini, o cam dolusu kumdan geriye hiçbir şey kalmadığını görürüz. 

Hasılı saatin, zamanı şekillendiren, hayatın ritmini tıkır tıkır işleten bir ahengin sembolü olduğunu söyleyebiliriz. Eğer hayat sahnemizde saat olmasaydı zaman tınısını kaybederdi. Böyle keşmekeş bir hayatın içinde, ender de olsa zamanın, dünyanın en büyük şairi olduğunu ve saatlerin onun dizeleri olduğunu düşünüp her yirmi dört saatimizi bir nevi sanata dönüştürebiliriz. Kim bilir o mısralar bize neler okur, neler! İsterseniz hep birlikte o mısralara kulak kesilirken yazımızı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zaman ve mekânın insanla var olduğunu anlatan şu sözüyle bitirelim: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı da insandır.”