Her şey bir hayalin içinde başlar; hakikatin kapısı da ancak o hayalin içinden geçilerek bulunur.

Benim de hayallerim arasında bir sonbahar gezisi vardı. Ağaçların sarıya, turuncuya, kızıla büründüğü mevsimde yolların sessizliğini, havanın serinliğini ve adımların yaprak seslerine karıştığı anların hayali… O düş, kısa bir süre sonra yavaşça gerçeğe dönüştü ve kendimi, her yaprak düşüşünde bir huzur, her rüzgâr esintisinde bir dinginlik sunan o güz yolculuğunun içinde buldum. Ne yazın yorucu sıcağı vardı ne de kışın keskin soğuğu… Her şey tam kararında, olması gerektiği kadar kıvamındaydı.  

Meğer bazen hakikat, yalnızca bir hayalin izinden yürüyünce bulunuyormuş. Biz de bu izin ardınca düşüyoruz yollara; hem de turnayı gözünden vururcasına: Filibe yollarına… Bükreş’ten çıktığımız yolun yegâne istikameti Filibe değil tabii ki. Üç günlük gezi programının içinde Şumnu ve Sofya da var. İlk durağımız ise yaklaşık 200 km mesafenin ucundaki Şumnu. 

Romanya’nın verimli düzlüklerini geride bırakıp sınırı geçtikten sonra Bulgaristan’ın tarih ve tabiatın iç içe geçtiği topraklarına ulaşıyoruz. Sararmış buğday tarlalarını, yer yer yükselen küçük ormanlık alanları seyrederek komşu ülkenin kuzey ovalarını bir bir geride bırakıyoruz. 

Balkan Dağları’na yaklaştıkça yavaş yavaş kıvrılan yollardan geçiyor; aracımızın puslu penceresinden berrak gökyüzünü, gür korulukları ve yamaçlardan akan dereleri izliyoruz. Yol boyunca doğa ile tarih yan yana yürüyor sanki; gözümüze takılan eski köy evleri, zamanın sessiz tanıkları gibi yükseliyor. Karşıdaki dağların tepeleri, gün ışığında âdeta altın ve zümrüt tonlarında parlayan bir tabloyu andırıyor.

Balkanlar’ın kuzeydoğusunda yer alan Bulgaristan’ın konumu oldukça stratejik. Kuzeyinde Romanya, batısında Sırbistan ile Kuzey Makedonya, güneyinde de Türkiye ve Yunanistan ile komşu. Coğrafi açıdan çeşitlilik gösteren ülkenin kuzeyi verimli topraklarıyla Tuna Ovası’nı beslerken, güneyi ise Rodop ve Balkan Dağları’nın sarp yamaçlarıyla kaplı. Doğu sınırı boyunca da Karadeniz sahil şeridinin uzanması Bulgaristan’ı hem tarım hem de turizm açısından avantajlı duruma getiriyor. 

Tarih boyunca Traklar, Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan ülke; 7. yüzyılda kurulan Bulgar Hanlığı ile ulusal kimliğini oluşturmaya başlamış ve 19. yüzyılın sonlarında da bağımsızlığını kazanmış. 

Şumnu’da Akşam Yemeği

Takriben üç saatlik bir yolculuktan sonra Şumnu’ya ulaşıyoruz. Burada -tavsiye üzerine- küçük bir esnaf lokantasında akşam yemeği molası veriyoruz. Restoranda güler yüzle karşılanıyor ve bol kepçe servislerin yapıldığı birbirinden lezzetli tatlarla ağırlanıyoruz. Bir fincan acı kahvenin kırk yıl hatırı varsa, bu lezzetlerin ve diş kirası kabîlinden elimize tutuşturulan ikramların kaç yıl hatırı vardır acaba?

Her ne kadar bu şirin kentte daha fazla vakit geçirmek istesek de çok gecikmeden Sofya’ya varabilmek için kentin merkezinde hızlı bir tur atıp tekrar yola düşüyoruz. Zira önümüzde 400 km’yi aşkın bir mesafe ve buna mukabil dört saatten fazla süre görünüyor. Şumnu’dan akşamüstü çıktığımız bu uzun yolu, akşam karanlığını aydınlatan farların, sokak lambalarının ve uzaklardaki kasabaların sönük ışıklarının eşliğinde tüketiveriyoruz. Saatler gece yarısını göstermeden mütevazı konaklama mekânımıza ulaşıyor ve giriş yapıyoruz. Yol yorgunluğunu atabilmek ve sabaha dinç bir şekilde uyanabilmek için vakit kaybetmeden odalarımıza çekiliyoruz.

Hayalin Derinliklerinde

Sabahın erken saatlerinde Filibe’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bulgaristan’ın güneyinde, Rodop Dağları’nın eteklerinde uzanan güzel Balkan şehrine… Her ülke, her şehir kendini göstermeden önce ayrı bir heyecan verir ya insana; yalnız Filibe’nin bende uyandırdığı heyecan iki kanatlı. Bir kanadı, yıllar önce okuduğum ve beni çok etkileyen “Â’mâk-ı Hayal” romanının yazarı -adı üstünde- Filibeli Ahmed Hilmi’nin memleketi olmasına dayanıyor. Fakat heyecanımın tek nedeni, sadece bir kitabın mürekkebinin aktığı yerler olmasıyla sınırlı değil. Aynı zamanda eşimin, hem annesi hem de babası tarafından soyunun Filibe’ye dayanması, bu geziyi benim için özel kılan sebeplerin başında geliyor. 

Bir şehre gitmeden evvel, onu anlamanın ve hissetmenin yolu, bazen bir kitabın sayfalarından geçer desem bana katılır mısınız? Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin “Â’mâk-ı Hayal” eseri, ta yıllar önce Filibe’ye açılan ilk kapıydı aslında. Onun satırlarında dolaşırken hayal ile hakikat arasında gelip giden bir dünyanın izini sürmüştüm. Şimdi ise o satırların doğduğu topraklara, Filibe’ye doğru yol alırken içimde garip bir heyecan var. Bir fikir adamının çocukluk sokaklarına, belki de düşünce ufkunun tohumlarının atıldığı yerlere adım atıyorum. Dolayısıyla bu, sıradan bir yolculuk değil benim için. Edebiyatla tarihin kesiştiği bir buluşma mı dersiniz, bir yazarın izini sürmek mi, yoksa yıllara meydan okuyan bir fikir mayasından beslenmek mi?

Geziyi organize eden yol arkadaşlarımızın iki hoş sürprizi, bu haklı heyecanımı ikiye katlıyor. Bunlardan ilki, iki gün boyunca bize mihmandarlık yapacak rehberimizle tanışmamız; diğeri de Filibe köylerinden birinde yaşayan yerli bir aileye kahvaltıya gidecek olmamız. Üstelik araçta rehberimizle yan yana oturup tanışma imkânı bulmam beni ziyadesiyle sevindiriyor. Hava da rahatça gezmemizi istercesine güneşli ve ılık, tabiri yerindeyse yazdan kalma bir gün.

Filibe’de Bir Köy Kahvaltısı

Bulgarca adı Plovdiv olan Filibe; Bulgaristan’ın güneyinde, Rodop Dağları’nın eteklerine kurulmuş olup ülkenin ikinci büyük şehri. Filibe adını Makedonya kralı II. Filip’ten alan şehir, tarihi boyunca ülkenin ekonomi, ulaşım, kültür ve eğitim merkezlerinden biri konumunda olmuş.

Hoşça sohbetler eşliğinde geçen yaklaşık bir saatlik yoldan sonra Filibe’nin küçük, sakin bir köyüne ve kahvaltıya davetli olduğumuz eve varıyoruz. Daha kapıdan girer girmez son derecede samimiyetle ve sıcaklıkla karşılanıyoruz. Hem bu ilgiyi hem de evin avlusuna kurulmuş olan kelli felli kahvaltı masasını görünce mest olmamak mümkün mü? 

Üstümüzde mor salkımlı asma, biraz ileride küçük çaplı bir sera, ara ara gözümüze ilişen saksı çiçekleri, zengin kahvaltı sofrası… Yöreye özel pişiler, börekler, sarmalar, soslar, peynirler, zeytinler, ev usulü reçeller… Kahvaltı sonrasında Balkanlar’ın popüler tatlılarından biri olan trileçe eşliğinde içilen kahveler, koyu sohbetler, şen şakrak çocuk sesleri… Klasik Türk misafirperverliğini ve Türkçenin bu kadar temiz konuşulduğunu bizzat müşahede etmek hangi duygularla ifade edilebilir, bilemiyorum. 

Tarihî Kent’te Gezinti

Bu masal gibi zaman dilimini, güç de olsa -unutulmaz anılar silsilesi çerçevesinde- geride bırakıyor ve Tarihî Şehir gezintisi için yola çıkıyoruz. Yagoda (çilek) alanlarının olduğu yollardan geçerken, rehberimiz Filibe hakkında bilgi veriyor; biz de can kulağıyla kendisini dinliyoruz. 

Trak, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden izler taşıyan Plovdiv’in tarihi, antik çağlara kadar uzanıyor. Tıpkı İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu şehir, katmanlı bir geçmişe sahip. Meriç Nehri’nin iki yakasına yaslanmış olan kent, geçmişte olduğu gibi bugün de tarihî görünümü ve mimari dokusuyla Balkanlar’ın en büyüleyici şehirlerinden biri olmayı hak ediyor. Günümüzde de Osmanlı döneminden kalma Cuma Camii, hanları, Avrupa mimarisiyle bezeli caddeleri ve antik tiyatrosuyla  Doğu’nun ve Batı’nın kültür mirasını bir arada taşıyor. 

Güz güneşi, altın ışığını kentin sokaklarına cömertçe dağıtıyor. Yazdan kalma bir havanın hâkim olduğu bu sonbahar gününde, zamanın geriye doğru aktığını ve dünle bugünün aynı anda nefes aldığını hissediyoruz.

Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda, rengârenk pastel tonlarında boyanmış ve birbirine sırtını vermiş cumbalı evlerin gölgesinde yürüyoruz. Taş duvarlar, ince işçilikle yapılmış ahşap kapılar, demir parmaklıklı pencereler, balkonlardan sarkan güz çiçekleri, şehre kendine özgü bir zarafet ve melankoli katıyor. 

Kendimizi bir tablonun içinden geçiyormuş gibi hissediyoruz. Kentin çok sesli kimliğine tanıklık edercesine bir tarafta minareler yükseliyor göğe, diğer tarafta kilise çanı duyuluyor. 

Kurumuş yaprak hışırtıları eşliğindeki uzun yürüyüşten sonra bir tepenin üzerine çıkıyoruz. Şehrin panoramik görüntüsü seriliyor karşımızda. Sükûnetin ağır bastığı ortamda hem soluklanıyor, hem etrafı doyasıya seyrediyor, hem de fotoğraf çekiyoruz. 

Buraya ayırdığımız zaman da dolunca kentin merkezine yeniden iniyoruz. İşlek bir kafede kahve molası verip bu rüya gibi sokaklara veda ediyoruz. Güzergâhımız, akşam yemeği için Sofya’ya yakın bir köy… Geleneksel bir köy evine misafir olmak ve havanın güzel olmasından dolayı bahçede akşam yemeği yemek, gezimizin en ayrıcalıklı anlarından biri oluyor. Ev sahibine leziz yemeklerinden dolayı defalarca teşekkür ederek son akşamımızı geçirmek üzere kaldığımız pansiyona geri dönüyoruz. 

Zamanın İzlerini Taşıyan Başkent: Sofya

Hava yine çok güzel. Erken saatte, tabir-i diğerle sabahın nurunda, kaldığımız yerden ayrılıyoruz. Gezimizin son günü ve son durağı Sofya. Balkanlar’ın kalbinde ve dağların arasında saklanmış bu başkent, yüzyılların izini taşırken modern bir nefesle yaşamaya devam ediyor. Şehir merkezinde kısa bir tur atarken, kendimizi bayraklarla süslenmiş meydanın ortasında ve bir bando takımının yanı başında buluyoruz. Bu coşkulu manzara ilk anda şaşırtmıyor değil bizi. Fakat rehberimiz hemen devreye giriyor ve bugünün, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 22 Eylül 1908 tarihinin yıl dönümü olduğunu söylüyor. Narodno Săbranie Binası’nın önündeki kalabalığın arasına karışıyor ve bir süreliğine kutlamaları seyrediyoruz. 

Sonrasında, yine rehberimizin ifade ettiğine göre, birlikte yaşama kültürünün güzel bir örneğini oluşturan caddeye ilerliyoruz. Sofya, yüzyılların içinden süzülerek gelen çok sesli bir şehir. Dağların eteklerine yaslanmış bu başkentte, tarih boyunca birçok inanç ve kültür birlikte yaşamayı öğrenmiş. Şehrin kalbinde, birbiriyle âdeta konuşur gibi duran üç mabet var: Banyabaşı Camii, Sveta Nedelya Kilisesi ve Sofya Sinagogu. Karşımızda Banyabaşı Camii, vakarlı kubbeleri ve minaresiyle dimdik duruyor. Caminin hemen karşısında Ortodoks geleneğinin zarif bir örneği olan Sveta Nedelya Kilisesi’ni, biraz ilerisinde de Avrupa’nın en büyük sinagoglarından biri olan Sofya Sinagogu’nu yakından görme fırsatı buluyoruz. 

Banyabaşı Camii’nin ismi ilginç geliyor kulağımıza. Sonra hikâyesini dinliyoruz rehberimizden. Sofya’nın merkezinde, Serdika antik kalıntılarının hemen yanında yer alan ve Kadı Seyfullah Efendi Camii olarak da bilinen bu cami, Osmanlı döneminden günümüze ulaşan en önemli yapılardan biri. 16. yüzyılda, Mimar Sinan’ın kalfalarından biri tarafından inşa edildiği rivayet ediliyor. Adını yakınındaki termal kaynaklardan alan cami, bulunduğu bölgenin ılıcalarla ilişkisini ve suyla arınmayı hatırlatıyor. Bugün hâlâ ibadete açık olan cami, hem mimarisiyle hem de huzurlu avlusuyla şehirdeki Osmanlı izlerinin en zarif örneklerinden biri.

Ardından, az ilerisindeki çeşmelerin yanında alıyoruz soluğu. Burada kayda değer bir hareketlilik var. İnsanlar, ellerindeki şişeleri bu mineralli suyla dolduruyor. Biz de hem elimizi yüzümüzü yıkıyor hem de avuçlarımızı tutup şifa niyetine su içiyoruz. 

Sofya, sanki kendi sevdalısını arayan bir şehir gibi; biraz hüzünlü, biraz tutkulu. Merkezden sonra taş sokaklarında dolaşırken, âdeta eskiyle yeninin birbirine karıştığı havayı soluklayıp insanın içine işleyen Sevdalinka melodisini dinliyoruz. Sofya gezimizin son dakikalarını ise aynı adla anılan çarşıda geçiriyoruz. 

Yolun Ardında Kalanlar

Bulgaristan’a gelinir de hiç gül aromalı kozmetik ürünlerinin satıldığı dükkânlara uğramamak olur mu? Birçok sokakta ve küçük dükkânlarda, ülkenin simgesi hâline gelmiş, çeşitli gül ürünleriyle karşılaşıyoruz: Sabunlar, kremler, minik şişelere doldurulmuş gül yağları… Küçük hatıra nev’inden magnetlerimizi ve hediyeliklerimizi bu gül kokulu dükkânlardan alıyoruz. 

Sofya’dan ayrılırken, gezinin kalbimizde yer eden izleri ve Kazanlık Vadilerinde toplanan pembe güllerin kokusu peşimizi bırakmıyor. Arabanın camından dışarı seyrederken, şehir de yavaş yavaş geride kalıyor. İnsan bir yerden ayrılırken, acaba orada yaşadığı hislerden de mi ayrılıyor? Bilakis onlar bellekte bir melodi gibi kalıyor. Yolun ardında kalanlar, asıl bizimle birlikte gidenler oluyor. Bir şehirden öte, duyguların izini taşıyan sessiz bir sevda türküsü ve dünle bugünün el ele tutuştuğu bir rüya gibi.

Kaynaklar:

Bulgaristan. (2025, October 4). In Wikipedia. https://tr.wikipedia.org/wiki/Bulgaristan 

Filibe (Plovdiv) Gezi Rehberi. (t.y.). Rehbername. https://www.rehbername.com/seyahat/filibe-plovdiv-gezi-rehberi 

Hasanov, S. (2020). Kadı Seyfullah Efendi Camii. İçinde Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ek-1, s. 699-701). Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. https://islamansiklopedisi.org.tr/kadi-seyfullah-efendi-camii