Bir sokaktayım. Burnuma çalınan kokuyu tarif edebilmem mümkün değil. Zihnimin kuytularında rastladığım aşinalıklarla geziniyorum sokaklarda. Koku önde, ben arkada. Onu takip ediyorum âdeta. Hem çok tanıdık hem çok yabancı, hem yanı başımda hem ara ara çalınan bir koku… Zihnimin gölgelerinden aydınlıklara geçiyorum o muazzam kokunun hemen ardından. Kurtulmak istediklerimi, omuzuma yük diye binen duyguları atmak istiyorum ve sonra gözlerimi nemlenmiş buluyorum. Kurulamaya yetişmek mümkün değil! Ciğerlerim kokunun müptelası fakat burnum, direğini sızlatan bir özlem içerisinde. Özlemden düşen omuzlarıma bir çare arayıp, hasretten yaşaran gözlerimi kurulayıp “Bak, burdayım, geçti!” denmesini, umudun şefkatli kucağında her şeyin büsbütün geçmesini dört gözle bekler buluyorum kendimi. Çevreden nasıl göründüğümü bilmez bir hâlde, “Leyla’sını arayan Mecnun” misali gezmekteyim Arnavut kaldırımlı sokakları. 

Sokağın köşebaşında sağa doğru kıvrılıveriyor yol, ben de ardından. Dengesiz yürüyüşüme aldırmadan yürüyorum. Ara ara Arnavut kaldırımlı taşların ayaklarıma takılması bile durdurmuyor beni. Gökyüzünün yanan bulutlarıyla dans ediyorum sanki. Bulutların arasından sızan gün batımının hüzmelerine saplanıp kalıyor gözlerim. “Hadi toparlan!” diyorum ama ne mümkün! Sokağın iki yanı hanımeli, mor sümbül, lavanta… Alabildiğine çiçek cümbüşü. İçim coşuyor her bir renkte. Sokağın başında çiçeklerin bayıltan kokularıyla karışan kurabiye kokuları da mideme ayrı bir bayram yaşatan cinsten. Ama aldığım koku bu değil. Beni çeken, değerli olan bambaşka bir koku… Öyle hasretim ki… Kime ait ve nereden geliyor bilmiyorum ama bir yandan da içten içe biliyor gibiyim. Hissediyorum. Çok özlem kokuyor her bir notası. Tınısı farklı diğerlerinden. Çektikçe çekiyor ve beni bir kapının önünde bırakıp aceleci kuşlar misali uçup gidiyor. Dahası bu kapının ardında diyor âdeta. Hadi çal, bekleme! 

Maun işlemeli bir kapıya denk düşüyorum. Üşüyor ellerim heyecandan, kalbimse tanıdık olan her şeyle sıcacık oluyor. Kalbimin atışıyla kapıyı tıklatışım aynı zamana denk düşüyor sanki. Gözlerim hasret olduğu her şeyi ararcasına ulaşabildiği, görebildiği her rengi, her deseni ezber ediyor. “Burada aradığın her ne ise” diyor kalbim bir yandan. Tıkırtılarla beraber gözlerim odağını hemen ardındakine kaydırıyor. Kapının açılışıyla kokunun mest eden güzelliği ciğerlerimin de benim de aklımı başımdan alıyor. Bir hanım karşılıyor beni. Öyle içten, öyle tanıdık ki.  ”İşte burada!” diyorum. Bu bir çift gözde hasret kaldığım her şey! Sarılıyor bana. En vurucu kısmı ise sokak sokak beni aratan, hasretle yolun bitmesini beklediğim koku buradan geliyor. Membaı burası. Kokladıkça eksilmiyor kokusu, aksine artıp ciğerlerimde uzun uzun misafir oluyor. Hasret yükünü azaltıyor omuzlarımdan. Geri çekilip gözlerine bakıyorum bu tatlı hanımın. Eski olan her şeyi anlatıyor bana o güzel gözleri. Kapısına eskici gelmiş gibi satıveriyor anılarını bana. Ne yana baksa ayrı bir kıymet dökülüyor gözlerinden. Daha sözlerine geçmeden aşinalığımız dillere destan bir hâl alıyor sanki. Nihayet sesini duyuyorum. Nezaketini, samimiyetini akıttığı bir muhabbette buluyoruz kendimizi. Eski olan her şeyi, herkesi, her anı hatırlatıyor bana. Gülümsediği, ağladığı anlara ben de eşlik ediyorum. Bazı hatıralar öyle canlanıyor ki o daha anlatırken ben tamamlıyorum cümlelerini. Kapıda geçen saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere evriliyor. Öyle çok doluyor ki heybem anılarla… Birini bile kaybedersem ne yaparım, korkusu sarıyor dört bir yanımı. Sıkı sıkıya bağlanıyorum anılarıma, bağlıyorum heybemin ağzını. 

Ben payıma düşen anıları heybeme yükleyip kendimi bilinmez yollara vuruyorum. Geçmişin eski anıları heybemde, geleceğin eskicisi olmaya doğru yürüyorum bilmediğim yollarda.