Çocukluğumda yazın ara ara yaylaya giderdim. Yaylada akşamlar çok güzel geçerdi. Sekiz hanelik yaylada komşuluk da arkadaşlık da çok farklıydı. Dedemin Kore gazisi çocukluk arkadaşı vardı. Aynı zamanda dedemle sağdıçtılar. Bizim evin hemen yukarısındaydı evleri. Dedemin sağdıcına “Koreli Dede”, eşine de “Köfer Nine” derdik. Akşam yemeği sonrası Koreli Dede, “Sağdıııç!” diye bağırırdı. Dedem karşılık verirdi: “Koreliiii!”. Evden eve türküler söylerlerdi. Akşam yemeği sonrası ya onlar bize gelir ya da biz onlara giderdik. Akşamları löküs lambasının başında kös oynardık. Anneannem, elinde şiş, patik örerdi. Bazen de birlikte yün eğirirdik. İşte böyle bir akşamda, o güne kadar hiç duymadığım bir şey öğrenmiştim: Anneanneme neden İstanbullu dediklerini.
Dedem anneanneme “İstanbullu!” diye seslenirdi. Anneannemin adı Nazifeydi. Hep merak ederdim bu İstanbullu nereden çıktı diye.
Koreli Dede, Köfer Nine ve yanlarında yaşayan Turgut Abi vardı o akşam. Yemek yemiş, çaylarımızı içerken Turgut Abi, anneanneme benim sürekli merak ettiğim ama cevabını hiç alamadığım o soruyu sordu: “Goca Ana, sana niye İstanbullu diyorlar?”
Anneannemin cam gibi parlayan gözleri buğulanmıştı. Löküs lambasının ışığında hayatım boyunca unutamayacağım bir hikâyeye tanık olmuştum. Anneannem anlatmaya başlamıştı:
“Annem!” dedi. “Hatice. Çok güzel bir kadınmış. Köyden biri ile evlenmiş oğlum. Evlendikten iki ay sonra eşi askere gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Hatice güzelliğiyle köyün diline düşmüş. Kayınvalidesi ve kayınpederi, Hatice’yi evlerinde istememişler. O zamanlar karın doyurmak zormuş oğlum. Hatice çaresiz dönmüş baba ocağına. Köyden isteyeni çokmuş ama yakınlarında bir Yörük obası varmış. Yörük obasının ağası Hacı Kamil, anamın güzelliğini duymuş. Her hafta köyü ziyaret etmeye başlamış. Babam Hacı Kamil heybetliymiş, üç tane daha eşi varmış ama Hatice’ye de gönül koymuş. Yani anama. Köye gelgit, gelgit kimseler istememiş Hatice’yi. Korkmuşlar. Babası da Hacı Kamil’e yüklü bir paraya satmış kızını. Annem kendinden yaşça büyük olan Hacı Kamil’in dördüncü eşi olmuş. Hatice, beş tane kız çocuk doğurmuş arka arkaya. Her yıl bir kız çocuğu; Münevver, Fatma, Nazife, Cevriye ve Firdevs. Ablam Münevver 13 yaşındaymış o zamanlar. En küçüğümüz Firdevs de bir buçuk yaşında. Babam vefat edince annem tası tarağı toplamış, hayvanlarını da alıp köyümüze geri dönmüş. Beş çocukla dul kalmış Hatice. Köye geldiğinde bu kez de dayıları iki ablamı arka arkaya hemen evermişler. Kel İbram vardı: Annemin dayısı. O, -hakkım helal olmasın- daha beş yaşındayken beni aldı götürdü oğlum. Bir arkadaşımın çocuklarına birkaç gün göz kulak olacak diye annemi kandırdı.”
Anlatırken anneannem başını hiç kaldırmıyordu. Löküs lambasının ışığında, o tek göz odada herkes sessizdi. Arada dedem boşalan çay bardaklarını dolduruyordu. Anneannemin ve çay kaşıklarının çıkardığı ses birbirine karışıyordu. Gözlerinden yanaklarına inen yaşları eteğine damlıyordu. Bense ilk defa duyduğum bu hikâyeye kaptırmıştım kendimi. Köfer Nine, arada bir lafa girip sorular soruyor, o günlere dair hatırladıklarını anlatıyordu.
“İşte beni aldı götürdü oğlum, beş yaşında ya varım ya yokum. Tunçbilek’e gittik. Orada bir ailenin yanında kaldım birkaç gün. Sonra trenle Eskişehir’e, oradan da İstanbul’a gittik. Büyük ve zengin bir ailenin yanına vardık. Korkuyorum, elini hiç bırakmıyorum dayımın. O gün beni İstanbul’da o eve bırakıp gitti. Nerden bilirdim geri dönmeyeceğini? Adımı değiştirdiler önce. Saçlarımı kestiler. Gece olunca ışıl ışıldı her yer. Bakardım öylece. Köyümüzde löküs lambası altında yaptığımız sohbetleri düşünür, ağlardım. Sonra günler geçti oğlum. O evde hizmetçi gibiydim. Sürekli azar işitiyordum. Dövüyorlardı. Günler yıl oldu, gelmedi dayım. Her gün ağladım. Bir gün kış mevsiminde kapı çaldı. Açtım. Karşımda anamı gördüm. Köylü kıyafeti, siyah lastik ayakkabısı… Gözleri yaşlıydı. ‘Nazifemmm Kızımm!’ dedi anam. ‘Anam!’ diye sarıldım boynuna ama evin kadını gelip aldı hemen beni. Anama bir sürü laflar etti. Sürekli ağlayan anam beni istiyordu. Kadın kapıyı kapıyordu ki anamla göz göze geldim. O an nasıl oldu bilmiyorum, kapı kapanmadan kollarımı anamın boynuna sımsıkı doladım.”
Anneannem o anı yaşıyordu sanki. Biraz duraksadı. Elleriyle gözlerini ovuşturdu. Karanlıkta cam gibi parlayan gözlerinden yaşlar akıyordu. Meraklı gözlerle dinleyen Turgut Abi, “Sonra ne oldu Goca Ana?” diye sordu.
Anneanem tekrar anlatmaya başladı:
“Sonra oğlum… İşte o an anam bırakmadı. Üç kattı ev. Tuttuğu gibi merdivenlerden aşağı doğru indirdi beni. Kadın arkamızda bir şeyler söylüyor, bağırıyordu. Anam bırakmadı beni. Binadan çıktık. Aşağıda anamın iki dayısı bekliyormuş bizi. Bir taksi tutmuşlar. Hemen binip kaçtık ordan. Ayağımda çorap, yok ayakkabı yok. Anam ellerinin arasına alıyor ayaklarımı, ellerimi. Ağzıyla ‘hoh’ yapıyor, ısıtıyor ve öpüyor ellerimi, ayaklarımı. Beni çok aramış. Kel İbram’ı mahkemeye vermiş. Bir yıl sonra söylemiş yerimi dayısı. Bir yıl sonra kavuştuk anamla. İstanbul’dan trenle Eskişehir’e, sonra Bozüyük’e geldik. Bozüyük’ten Bozluk’a trenle geçtik. Oradan da Çiçekli Yayla’dan köye yürüdük. Kış günüydü, çok kar vardı. Çok üşüsem de mutluydum. Dayımın biri önden gitti. Geldiğimizi haber vereyim diye. Biz dinlene dinlene yürüdük. Köyün girişinde dayımdan geleceğimizi duyan köy halkı toplanmıştı. Davulcu ve zurnacı da ayarlamışlardı. Dağdan bizim geldiğimizi görür görmez davul zurna çalmaya başladı. Düğün yaptı bütün köylü. Bir yandan bize doğru koşanlar, alkışlayanlar, ağlayanlar… Kavuşmuştum. Herkesin gözü üstümdeydi.”
Anneannemin yüzüne bakıyordum. Altmışlı yaşlarındaki yüzünün çocukluk hâlini hayal ediyordum. Gözlerindeki yaşları silerken dudağındaki gülümsemeyi görmeliydiniz. Köye geldiği günü yaşıyormuş gibiydi. “İşte böyle” dedi anneannem ve ekledi:
“İstanbullu o günlerden kaldı oğlum. Tüm köylü alkışlar içinde, ‘İstanbullu, hoş geldin!’ diye diye karşıladı beni. Adımı bir annem söylerdi. Bir ‘Nazifem!’ deyişi vardı hele. Duyunca sesini, yüreğim titrerdi. Dayıma gelince hiç konuşmadık onunla. Ölürken son nefesinde çağırdı bizi, gitmedik. Helallik istedi, vermedik.”
Sustu anneannem, konuşmadı hiç!
Ben o yaşta, o löküs lambası ışığı altındaki muhabbetleri de özledim. O akşam hiç duymadığım bir hikâyenin kahramanını tanımıştım. Gece yatağa yatınca löküs lambasını kapatırken anneanneme baktım.
İstanbullu Nazife’nin hikayesine ağladım gece boyu.
Ertesi gün ve diğer günler anneanneme her bakışımda o küçük Nazife’yi gördüm. Dedem ölünceye dek “İstanbullu” diye sevdi Nazifesini.
Çok güzel olmuş Feride AKDAĞ hocam kaleminize sağlık ????❤️
Kaleminize sağlık… Enfes bir yazı….