06 Ağustos 2022

Sevgili Sadako,

Bugün, 6 Ağustos Barış Günü’nün yıl dönümü. Biz, kâğıt turnaların olarak bugünün anısına sana bir mektup yazmaya karar verdik. Mektubumuza, Eleanor Coerr’in “Sadako ve Kâğıttan Bin Turna Kuşu” kitabının esin kaynağı olduğunu söylesek yanlış olmaz. Kitap ilk defa 1977’de yazılmıştı. İşin doğrusu ilk çıktığında da okumuştuk ama bugün tekrar okumak istedik. Şunu bil ki her sayfasında, her satırında, bütün yaşadıklarınla gözümüzün önünden geçip durdun.   

Aslına bakarsan senin hakkında yazılanlar, bu romandan ibaret değil tabii. Daha birçok eserle, sen ve senin kaderini paylaşan çocuklar, yıllarca dünyanın gündeminde oldunuz. Başka başka öykülerde, romanlarda, film ve müzik albümlerinde de adın kulağımıza çalındı. Hatta mektubumuzu bitirir bitirmez Coerr’in kitabından sinemaya uyarlanan “Sadako ve Kâğıttan Bin Turna Kuşu”nu seyredeceğiz.  

Sevgili Sadako,

Seninle tanıştığımız, yani o zarif ellerinin maharetiyle en güzel kâğıt turnalara dönüştüğümüz anlar dün gibi hatırımızda. Her birimiz farklı günlerde dünyana katılsak da sonradan bir bütün olduk ve umutlarına umut katmaya çalıştık. Her ne kadar biz seni hasta hâlinle tanımış olsak da o hayat dolu günlerini zaman zaman anılarında dinledik, günlüklerinde okuduk. Söz gelimi senin koşmak için yaratıldığını; annenin, yürümeyi öğrenmeden önce koşmaya başladığını anlatışını… 

1954 yılının 6 Ağustos sabahı da böylesi anlardanmış. Cıvıl cıvıl bir Sadako yansımış günlüğüne. Kendini sokakta bulmuş ve koşmaya başlamışsın. Kahverengi saçlarının Japonya’nın o baş döndüren sabah güneşinde nasıl da ışıltıyla parladığını hayal edebiliyorduk. Gökyüzünde tek bir bulut dahi yokmuş. Bunun uğur getirdiğine inanıyormuşsunuz. Zaten sen etrafında hep buna benzer işaretler görmeye çalışan bir çocuk olmamış mıydın? Nitekim hastalığa yakalandığın günlerde, bütün hayallerini ve umutlarını bizimle biçimlendirmen bunun bir sonucu değil miydi?

Eve döndüğünde “Kalk hadi, uyuşuk! Barış günü bugün!” diyerek ağabeyini uyandırmışsın. Senin heyecanlı sesine bir tek ağabeyin değil, diğer kardeşlerin de uyanmışlar. O gün, tıpkı bugünkü gibi 6 Ağustos’muş ve her yıl olduğu gibi Hiroşima’da hayatını kaybedenleri anacakmışsınız. Babaanneni de o korkunç gün kaybetmişsiniz. 

En yakın arkadaşın Şizuko ile buluşmuş ve koşa koşa anma yerine ilerlemişsiniz. Barış Parkı’nın girişinde başlayan kalabalık anıt binasına kadar uzanıyormuş. Duvarlarda can çekişen bir şehrin ızdırap fotoğrafları yer alıyormuş. Zira atom bombası Hiroşima’yı bir çöle çevirmiş âdeta. Doğal olarak sen de o ürkütücü fotoğraflara bakmak istemiyormuşsun. Henüz bebek olmana rağmen “yıldırım” da dediğiniz bombayı az çok hatırlıyormuşsun. Sanki milyonlarca güneş bir araya gelmiş. Ardından korkunç bir sıcaklık ve peş peşe batan iğneler…

Rüzgâr Kız,

Senin en büyük hedefin, -biz sonradan öğrenmiş olsak da- koşu yarışını kazanıp ortaokul takımında yer almanmış. Bir kez piste çıkınca rüzgâr gibi koşacağına bütün ailen yürekten inanıyormuş. O tuhaf baş ağrısını işte hayalindeki o yarışta yaşamışsın. Aynı dönme birkaç provada da tekrar etmiş ama sen onu önemsememiş ve ailenden de Şizuko’dan da gizlemişsin. 

Atom bombasının patlamasından tam 10 yıl geçmiş. Soğuk bir şubat gününe kadar her şey yolunda gidiyormuş. O gün yere düşmüş ve kendini kaybetmişsin. Hastane odasında doktorun açıklamalarından sonra annenin çaresizlik içindeki “Lösemi mi? Fakat bu imkânsız!” cümlesini işittiğinde inanamayıp “Bende atom bombası hastalığı mı var?” diye kendi kendine söylenmişsin. Üstelik bu hastaneye gelen birçok kimsenin dönemediğini duymuş ve Hemşire Yasunaga elinde iğne ile içeri girinceye kadar yüzünü yastığa kapatıp uzun uzun  ağlamışsın… 

Hastaneye yattığının ertesi günü ilk ziyaretçin en yakın arkadaşın Şizuko olmuş. Şizuko, odana girer girmez elindeki birkaç kâğıt ile bir makası yatağının üzerine bırakıvermiş ve “Gözlerini kapa!” demiş. Sonra da heyecanla söyle devam etmiş: “Seni iyileştirmenin yolunu buldum.” Hemen ardından da elindeki altın renkli kâğıdı önce bir kare şeklinde kesip birkaç kez katlamış ve kucağına bir turna konduruvermiş.  

İşte ben, kâbus gibi bir günden sonra, Şizuko’nun el çabukluğu ile yapıp kucağına bıraktığı o altın turnayım Sadako. O gün en yakın arkadaşından duyduğun Japon efsanesinin bir parçası yani. “Ne efsanesi?” demiştin de Şizuko, bizimle ilgili efsaneyi anlatmıştı sana. Bin yıl yaşadığımızı ve kâğıttan 1000 tane bizden yaparsan Tanrı’nın seni iyileştireceğini…. Sen de “Teşekkür ederim Şizuko! Onu yanımdan hiç ayırmayacağım.” demiştin. Sonra arkadaşının da yardımıyla benim gibi 10 tane daha kâğıttan turna kuşu yapıp yanıma dizmiştin. Biraz yamuk olsalar da ilk deneyim için fena sayılmazlardı. Toplam 11 tane olmuştuk. Efsaneye göre geriye daha 990 turna kuşu kalmıştı.  

İlk hastane ziyaretinde ağabeyin Masahiro “Ufaklık! Turnaları senin için tavana asacağım.” demişti de anında hemşireden birkaç raptiye ile iplik istemiş; “1000 kâğıt turna duvara nasıl asılır?” diye hayıflansa da sözünü ilk etapta yerine getirmişti. Beni şeref konuğu olarak masanda tutuyordun. O gün annen Bayan Sasaki bizi görünce bir şiir hatırlamış olmalı ki dilinden şu dizeler dökülüvermişti:

“Renkli kâğıtlardan çıkıveren turnalar,

Uça uça gelir, konarlar evlerimize.”

Kardeşlerin en çok beni sevmişlerdi ama annen üzerinde pembe pırıltılar bulunan ve açık yeşilden yaptığın turnayı beğenmiş, nedenini de “En zoru böyle küçükleri katlamak.” diye açıklamıştı. 

Sevgili Sadako, 

Biz, senin “11. ve 12. turnalarınız. Hani annen ve kardeşlerin hastaneden ayrıldıktan sonra can sıkıntısından patlamak üzereyken, “Umarım, iyileşirim!” dileğinin eşliğinde katladıkların. Bizden sonra herkes senin için yeni turnalar yapasın, diye kâğıtlar biriktiriyorlardı. Baban da emektar berber dükkânında eline geçen bütün kâğıtları senin için biriktirmişti. Sen de bizden sonra iyice ustalaşmış ve kusursuz turnalar yapmaya başlamıştın.

9 yaşındaki Kenji’yi de hastanede tanımıştın. Onun lösemi olduğunu öğrenince önce şaşırmış ve itiraz etmiştin. Zavallı Kenji’nin, zehri annesinin karnında kaptığını nereden bilecektin? Zamanının çoğunu okuyarak geçiren bu küçük çocuğa 1000 turna efsanesinden bahsettiğinde kendisi için artık çok geç olduğunu söylemişti. Biz ise hasta ve kimsesiz olmanın hüznünü ikinizin yüzünde okuyorduk. Hatta Kenji’ye uğur getirmesi için, en güzel kâğıtlardan özenle bir turna daha yapmıştın ama birkaç gün sonra onun öldüğünü öğrenmiştin de onulmaz bir kedere gömülmüştün.

Biz 398 ve 399. turnalarız Sadako. Hani Kenji’yi göremediğin gün yaptığın turnalar. Aydınlanmış gökyüzünü uzun uzadıya süzdükten sonra hemşireye; “Kenji, şu yıldız adacıklarından birinde midir?” diye sormuştun. Hemşire sorunu, “Nerede olduğunu bilemem ama şu an ruhu artık özgürce dolaşabilir; mutlu olduğundan da eminim.” diye cevaplamıştı. Seni yatağına yatırırken de güzel bir dilekle gecene ışık olmuştu: “Sadako, bininci turnanı bitirince çok uzun yıllar yaşayacaksın ve güzel bir hanımefendi olacaksın!”

Biz, 1000 turna hedefinin 433. ve 434. turnalarıyız Sadako. O gece Hemşire Yasunaga’nın dileğini içinden tekrar edip de yaptığın turnalar anlayacağın. Bizden sonra Kenji’nin ölümü seni derinden sarsmış, biz de diğerlerimiz gibi sana kol kanat olmaya çabalamıştık. Haziran, ardı arkası kesilmeyen yağmurlarıyla gelmişti. İlerleyen günlerde sen iyice güçten düşmüş, o gün annenin getirdiği yemeklerin hiçbirine elini bile sürmemiştin. Anneciğin çaresizce; “Yakında iyileşeceksin. Belki de güneş yeniden doğduğunda.” sözleriyle sana moral vermişti. Arkadaşların da sana Kokeşi bebeği göndermişlerdi o gün. Onu altın turnanın yanına koymuş ve yerinden hiç ayırmamıştın.

“Ben 541. turnayım Sadako. Annenin beni yaptığın gün eski bir kitaptan küçükken okuduğu ve o gün de kulağına fısıldadığı mısralar hâlâ kulaklarımda: 

“Ey göklerin kutsal tuırnaları! 

Gelin de kanatlarınızla sarın yavrumu.”

Biz 621 ve 622 numaralı turnalarız güzel kız! Bizi yaptığında Bon haftasıydı ve o günleri evinde geçirmiştin. Eviniz pırıl pırıl temizlenmiş ve en güzel yiyecekler hazırlanmıştı. Fakat senin hastalığınla birlikte bayramlar tadını yitirmişti sanki. Annen ikide bir, “Yerinde duramayan Sadako’mu istiyorum ben.” deyip duruyordu. Sen ise ailene küçük küçük vasiyetlerde bulunuyordun: “Öldüğümde benim sunağıma fasulyeli kek koyar mısınız?” 

Artık sonbahar kendini iyiden iyiye hissettirmiş, akçaağacının yaprakları altın rengine dönmüştü. O günlerden birinde annen senin için kendi elleriyle diktiği kimonoyu getirmişti. Kiraz ağacı deseninde olan kimono sana ne kadar da yakışmıştı! O gün ailen ve kardeşlerin senin için en güzel şarkıları söylemişlerdi…

Ben 644. turnanım sevimli kız! Hani annenler hastaneden ayrıldıktan sonra katladığın son turna kuşun. Her ne kadar ağabeyin sonradan; “Sadako, sadece 644 turnayı aşmakla kalmadı, 1000 hedefini aştı ve yaklaşık 1400 kâğıt turna katlayarak öldü.” demiş olsa da ben hepsini saymaya güç yetiremedim doğrusu. Benden sonra artık kâğıt katlayamayacak kadar güçsüz düşmüştün. Doktor Numata dinlenmeni istemiş, yarın daha fazla kuş katlayabileceğini söylemişti. Oysa yarınlar sana çok uzak geliyordu… 

Sevgili Sadako, 

Biz, tavandan sarkan turna kuşlarınız. Takvimler 25 Ekim 1955 tarihini gösterdiği o kederli günümüzde, odanın açık penceresinden sonbahar rüzgârıyla dışarıya doğru süzülen turnaların… Biz özgürlüğe doğru kanat çırparken sen ise o güzelim çekik gözlerini hayata yummuştun. Okul arkadaşların 1000 adet turnanla gömülmen için eksik kalan 356 turnayı sonradan katlayıp tamamlamışlardı. Hatta bununla da yetinmemişler, senin mektuplarını ve günlüklerini bir araya getirip bastırmışlardı. Kitabın Japonya’nın her yerine yollanmış ve neredeyse okumayan kalmamış, biliyor musun?   

1958 yılına gelindiğinde senin ve Hiroşima’da hayatını kaybeden diğer gençlerin anısına Barış Parkı’nda bir anıt yapıldı. Anıtın tam tepesinde senin heykelin var. Granitten yapılmış cennet dağının üzerinde duruyorsun. Omzunda da bir turna kuşu hepimizi temsil ediyor. Biz ise senden sonra Japonya’da iyi talihin, barışın ve umudun simgesi sayıldık. O gün bugün anıtı ziyarete gelenler, kâğıttan turnalar bırakıyorlar ve heykelin dibindeki levhada yazan meşhur dileğimizi okuyorlar. Biz de onlara her defasında eşlik ediyoruz: 

Bu, bizim çığlığımız.

Bu, bizim duamız.

Hâkim olsun yeryüzüne barış!”