Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış, uykusunu yatağında bırakmıştı. Bugün çok önemliydi. Evde huzur veren bir sessizlik vardı. Bahçede ilkbaharın taze kokulu serinliği, çimlerin nemli ve canlı görüntüleri… Derin bir nefesle içi ferahladı. Bugün misafirlerini ağırlayacaktı. Hafta sonu birlikte neşeli sohbetlerle, hoş kahkahalarla güzel bir kahvaltı yapılacaktı.

Elinde örtüler, küçük kâseler, renkli tabaklar…Masaya konan el emeği ayva ve çilek reçeli…

Geceden beri içini saran tatlı bir heyecanla, her şeyi özenle masaya yerleştiriyordu. Ne güzel şeydi misafir ağırlamak! Gelip geçici, biraz soluklanıp yeniden yola koyulacak bir yolcuydu misafir. Bazı misafirler de vardı ki yıllar geçse de onların bıraktığı izler hep kalırdı; içtiği çayın bardağındaki dudak izi gibi, dokunduğu yere şifa veren bir el gibi…

Bahçedeki kiraz ağacı henüz çiçeklenirken, kiraz kuşları yuvalarını yapmıştı. Onların sabah senfonileri, bahçeyi âdeta bir huzur adasına dönüştürüyordu. Kumruların, her doğan günü  burada; “Günaydın!” diyerek selamlaması ne hoştu!

Demlenen çayın buğusu, geçmişin hatıraları gibi etrafa yayılıyordu. Annesinin sabahlarını hatırladı, sobalı mutfağın kararmış tavanını. Küçük teneke sobada pişen, nefis mayalı ekmekler, ocaklıkta kaynayan tazecik süt. O öpülesi anne ellerinin, yavrularına uzattığı tabak dolusu sevgisi. Küçücük şeylerle yetindikleri, fazladan hiçbir şey istemedikleri günlerdi.

Geçen yazdan kalan domates konserveleriyle yaptığı menemenin üzerine biraz kekik serpti. 

Sofranın her köşesini, bir sanat eseri gibi özenle donattı. Yeşil ve siyah zeytinleri tabağın kenarına dizerek ortaya domatesten bir gül yerleştirdi. Küçük, zarif pizzalar hazırladı. Patatesleri sağlıklı olması için fırında az bir yağ ile kızarttı. Elmadan zarif bir kuğu, salatalıktan bir tavus kuşu yaptı. Bütün bunları özenle masaya dizdi. Her biri misafirlerine verdiği değerin bir göstergesiydi.

Bu mahalleye taşındıklarında eşi ile yeni evliydi ve birbirlerinden başka kimseleri yoktu.

Evin küçücük bahçesi, sessizliğiyle yalnızlığı onlara daha fazla hissettiriyordu. İlk tanışma, oradaki birinci yılın sonuna doğru olmuştu. O kadar mutlu olmuşlardı ki sanki yıllardır bu anı bekliyorlardı. İlk misafir, ilk dost, evi izbelikten kurtarmış ve âdeta bir saraya çevirmişti. Sonra diğerleri…

Onları farklı zamanlarda tanımış, hayatına kabul etmişti. İlki ile on altı yıl önce, diğeriyle yedi, öbürüyle dört yıl önce tanışmışlardı. Her biri onun hayatında çok özel bir yere sahipti. Düşünceleri karanlığa sarıldığında, hüznüne yenildiği zamanlarda, içlerinden biri gelir; sessizce yüzüne bakar, hiçbir şey söylemeden onun yüreğini sarar ve yükünü hafifletirdi. Sevinçli günlerinde ise onların sesleriyle mutluluğu çoğalır, evleri kahkahalarıyla bayram yerine dönerdi. O yüzden bugün, sofrayı hazırlarken her şeyi sevgiyle yaptı. Kalbine iyi gelenleri mutlu etmek istiyordu.

Hepsinin nelerden hoşlandığını bilirdi ve her seferinde sofrayı ona göre donatırdı. Yumurtayı üç farklı biçimde hazırladı; biri haşlanmış, biri tavada ama sarısı akışkan, diğeri tereyağında hafif kızarmış. Kim nasıl severse. Belki bu detaylar başkaları için önemsiz olabilirdi ama o, bunları misafirleriyle arasındaki bağın ayrılmaz bir parçası olarak görüyordu.

Mutfağı onun hükümranlığıydı. Raflar, dolaplar, tabaklar hatta masa örtüleri hepsi birbirine uygun ve beyaz renkliydi. Odanın ortasındaki masanın üzerinde kırmızı gülleri hiç eksik etmezdi. Burada, elini attığı her şey sanki bir mucizeye dönüşürdü. Sıradan bir peynir bile siyah zeytinlerle yan yana bir dekor olur, yumurta krallığını ilan ederdi tabağın ortasında. 

Masaya oturanlar sadece yemek yemezdi; birlikte yaşanmış anıları da paylaşırdı.

Yıllar öncesinden bugüne taşıdığı bir ifade düşmüştü aklına: “Tanrı Misafiri” Küçükken bir büyüğünden duymuştu bu tabiri. Bu söz, ona her geleni güzelce ağırlamak gerektiğini öğretmişti.

Bir kuş kondu bahçedeki sandalyenin sırtına. Sanki o da masadaki yerini almıştı. Her şey hazır gibiydi şimdi. Sofrayı son kez kontrol etti. Çay demli, masa renkliydi. Bahçeyi hafif bir sabah esintisi ziyaret etti. Kalbi kıpır kıpır, içi sevinçle doluydu.

Ellerini önlüğüne sildi. Sofraya bir kez daha baktı; her tabakta, her kâsede, her renkli dilimde yılların izleri vardı. O izler, misafir dediklerinin aslında çok daha yakın, çok daha derin olduğunu fısıldıyordu. Bahçeden esen rüzgâr, gülleri hafifçe titretti. Kadın başını kaldırdı, evi dinledi. Sessizlik ağır ağır çözülüyor, duvarların ardında uykudan uyanan ayak sesleri duyuluyordu.

Sonra içeriye seslendi:

“Hadi Huzeyfe, kalk oğlum! Sümeyye, güzel kızım! Hafsa, minik kuşum! Canlarım, hadi bakalım. Kahvaltı hazır.”