Sabah, gri bir tül gibi şehrin üstüne çökmüştü. Gökyüzü ne ağlıyordu ne de gülüyordu. İstanbul, kendi içine kapanmış gibiydi. Boğazdan esen rüzgâr, köprü ayaklarına çarpıp geri dönüyor, betonun diliyle konuşuyordu.

Köprünün tam altındaydı yeri. Yusuf oradaydı. Eski bir karton kutunun içinde değildi belki ama insanların bakışlarının dışında yaşıyordu. Bir bankın ucuna sığdırdığı hayatı, yıllar önce raydan çıkmış bir tren gibiydi. Sessiz, kimsesiz ama hâlâ demir…

Yanından her gün binlerce insan geçiyordu. Kimi kafasını çeviriyordu, kimi hiç bakmıyordu. Fakat arada bir, bazıları göz göze geliyordu onunla. Birkaç saniye, o kadar. Sonra hayatlarına devam ediyorlardı.

Bir sabah, henüz güneş yüzünü göstermemişken, küçük bir kız çocuğu yaklaştı yanına. Okula gidiyor gibiydi. Elinde simit… Çekingen ama cesurdu. Gözleri Yusuf’un gözlerine değdi: “Amca, aç mısın?”

Yusuf cevap vermedi, çocuğun gözleri bekliyordu. Sustuğu yıllar, o küçük gözlerin karşısında anlamını yitirdi. 

“Bu simidin yarısı senin.” dedi kız.

O an, Yusuf’un gözleri doldu ama ağlamadı. Bir öğretmenin, en son öğrencisinden aldığı teşekkür gibiydi o simit. Kutsal, sade, unutulmaz.

Kız giderken, bir an geri dönüp sordu: “Amca, sen öğretmen miydin?”

Yusuf, sigara dumanının içinden boğuk bir sesle fısıldadı: “Bir zamanlar… Evet. Sonra sustu.

Kız bir şey demedi, sadece başını sallayıp yürüdü.

O gün, Yusuf elinde yarım simitle kaldı. Bankta oturdu, gökyüzüne baktı. Uzun zaman sonra içinden bir cümle geçti: “Bazı insanlar, ders vermez ama kendileri bir derstir.”

Günler geçti.

Yusuf yine köprüaltındaydı. Fakat artık elinde bir defter vardı. Eski, sarı kaplı. Yazmaya başlamıştı.

Çevredeki insanlar fark etti. Bir adam, her sabah orada oturuyor ve bir şeyler yazıyordu.

Bir gün, bir genç yaklaştı ve şöyle sordu: “Affedersiniz, ne yazıyorsunuz?”

Yusuf başını kaldırdı, kelimeler ağır ağır ağzından döküldü: “Şehirde görünmeyenleri yazıyorum.”

“Hikâye mi?” dedi genç. 

“Hayır, gerçek. Fakat artık gerçeğe kimse inanmıyor.” diye cevapladı Yusuf.

Genç adam çekip gitti ama merakı onu geri getirdi.

Bir gün defterin kapağında yazılı birkaç satır gördü: “Bir zamanlar sınıflarda şiir okurdum. Çocukların gözleri parlardı. Sonra geldiler… ‘Çok düşünüyorsun, çok düşündürüyorsun!’ dediler… Gurbet… Ardından sessizlik. Adil olmak istedim, bunun cezası susmak oldu.”

Defter yayıldıkça yayıldı. Bir gün, bir gazeteci gördü. Sonra bir belgeselci. Sonra başka insanlar…

Köprü altındaki o bank, hikâye dinlemeye gelenlerle dolmaya başladı.

Bir sabah Yusuf orada yoktu. Defteri bırakmıştı. Üstünde bir not vardı: “Ben sadece yaşadım. Geriye anlatacaklarım kaldı. Görmeyen gözlere, duymayan kulaklara karşı… Sessiz bir çığlık gibi. Eğer hâlâ biri okuyorsa, bilin ki umut bitmemiştir.”