Durdu OZAN

Sevgili Mahatma,

Geçmiş zaman mezarlığında, isimsiz milyonlarca insan ve onların hiç bilmediğimiz işleri yatmakta. Tozlarla kaplı koca bir arşiv olan mazi, birçoğu itibarıyla unutulmuş insanlar çöplüğü. İstisna olarak çok azı geleceğe taşınabilmiş; ne yazık ki onların da bir kısmı hakikaten kötüler. Neden oldukları tahribat büyük olduğu için insanlar lanet ve utançla anıyorlar onları. Çağdaşlarının yapamadıklarını yapıp adaletsizliklerine, zulümlerine, acımasızlıklarına başkaldırıyorlar. Öte yandan bir de çığır açmış iyiler var. Onlar, bazen tek başlarına kalma pahasına, gidişata, bozuk düzene “Dur!” demişler. Yeri gelmiş, milyonları peşlerinde sürüklemiş; onlarla tek yürek olup gerçeği haykırmışlar. İkinci grup olan bu kimseler, imar için çalıştıklarından dolayı asla unutulmamışlar. 

Sana yazmamdaki en büyük etken, milyonlarla birlikte yürüdüğün hâlde hep “baba” olarak kalman. Öyle bir baba ki sadece kendi dört oğlunun değil; aynı zamanda dil, din, ırk ayırt etmeksizin herkesi kucaklamaya azmetmiş, tıpkı kendinden yüzyıllar önce yaşamış Rumi gibi sineni dünyaya açmışsın. Sana yazmam, ötekileştirildiğimiz ve ötelendiğimiz bir dünyada davetkâr ve içten bir dost sıcaklığına ihtiyacımdandır.

İnsanı sevmek için ortak noktalar bulmaya çabalamadın. İnsan olması yeterli sebepti senin için. Sana göre insan ve onun işleri iki ayrı şeydi, birbirinden ayrı düşünülmeliydi. “İyi ve güzel işleri her zaman alkışlamak, kötülükleri de yermek gerekir. İyi ve kötü iş yapanlar, yaptıkları iyilik ve kötülük nispetinde ya takdir edilmeli ya da tenkit edilmelidir. Günahtan nefret edilmelidir, günahkârdan değil.” demen de o yüzdendi. “Ahimsa” ise doğruyu aramanın esasıydı senin için. Doğruyu aramak isteyenin bu ilkeden uzak kalması düşünülemezdi. “Bir insanı değersiz görmek Tanrı’yı değersiz görmektir ve bu yaklaşım insanlık için zararlıdır.” diyordun. 

Ruhun, yenilip içilenle alakasının olmadığı görüşünün aksini savunman, ayrıca dikkate değer bir mesele oldu benim için. Hayatının her anında yeme içmeyle içli dışlı olan bizlere sesleniyor gibiydin: “Ruh bir şey yiyip içmez. Ruh için dışarıdan içeriye dökülenlerin önemi yoktur. Tanrı sevgisi ile doğruluğu aktaran bir insan için yemeğin miktarı ve çeşidi çok önemlidir. Düşünce ve konuşmaya edilen dikkat kadar bu konuya da dikkat edilmelidir.” Yeme içmedeki bu sadeliğin hayatının her alanına yansıdığı dikkatli gözlerden kaçmayacaktı. Kullandığın eşyadan giydiğin kıyafete kadar hayatındaki her ayrıntı bize minimal yaşam tarzından örnekler sunuyordu.

Hayatına dair yaptığım araştırmalarda yer yer kendimden bir şeyler bulmam hem merakımı kamçıladı hem de beni sana dair daha fazla şey öğrenmeye itti. İlkokulda zor şartlar altında okula gittiğini öğrendim. Alfabeyi parmağınızla toprağa yazdığınızdan bahsediliyordu senin ve arkadaşların için. Sonra yerel bir okula burslu gitmiştin. Sene sonu raporunda, “İngilizcede iyi, matematik normal, coğrafyası zayıf, el yazısı kötü” denilmişti. Yorum yapmak bana düşer mi bilmem ama demek ki her mükemmel insanın her şeyi mükemmel olmak zorunda değil.

On üç yaşında kendinden bir yaş büyük biriyle evlendirildiğini duyunca şaşırdım. Ama senin şikâyet ettiğine dair hiçbir bilgiye rastlamadım. Yalnızca eşine yeterince zaman ayıramamaktan ve sorumluluk alamayacak yaşta evlendirildiğin için ona karşı olan vazifelerini eksik yapmış olmaktan kaynaklanan bir mahcubiyet vardı. Kasturba, sana hep destek olduğu için görünmeyen kahraman bana göre. Onu sevdiğini onun da seni sevdiğini okudum. Önceleri bir şaşkınlık, çocuksu bir utanç olduysa da sonradan senin ifadenle “Onu daha çok sevdiğimi itiraf etmeliyim. Hatta okulda sürekli onu düşünürdüm akşam olsa yine beraber olsaydık. Ondan ayrı kalmak benim için dayanılmazdı. Genelde anlamsız sözlerimle onun geceleri uyanık kalmasına sebep olurdum. Sosyal işlere meyletmeseydim ona olan bu kadar aşırı bağlılığım büyük ihtimalle beni hasta edecek ya da erken ölüme sürükleyecekti.”  Doğduktan kısa bir süre sonra ölen bir oğlunun olduğunu öğrendim. Bir anne olarak kendimi Kasturba’nın yerine koyunca içim yandı. Çok zor olmalı.

On altı yaşında babanı kaybettiğini, son anlarında yanında olamadığın için kendini suçladığını fark ettim. Ölürken son anlarında sevdiklerimizin yanında olma arzusu gayet doğal. Yanlarında olamadığımızda ruhumuzda derin yaralar açıldığı kesin. En azından kendim için öyle diyebilirim. 

Bir Brahman olan aile dostunuz, senin eğitim için İngiltere’ye gitmen gerektiğini söyleyince annenin şiddetle karşı çıktığını okudum otobiyografinde. Dindar bir kadındı annen Putlibai. Zamanını ailesi ve tapınak için ikiye ayırmış, ne mala ne de mülke tenezzül etmiş. Hindu Tanrısı Vishna’ya inanan bir insan olarak hayatı perhizle, oruçla geçmiş. Şiddetten uzak durma, kâinattaki her şeyin sonsuz oluşuna inanç var hayatında. Ağzına et koymamış bu yüce kadın; Ahimsa felsefesine, yani hiçbir canlıya zarar vermeme kuralına göre yaşamış ve seni de öyle bir ortamda büyütmüş. Bozulacağından, inancını kaybedeceğinden, et yiyeceğinden korkmuş. “Bana güvenmiyor musun?” dedin. Sana olan güvenini boşa çıkarmadığını hep beraber gördük. Ama o göremedi. Eğitimin bitip de geri döndüğünde öldüğünü öğrendin. 

İngiltere’deki hukuk eğitimin esnasında vejetaryenliğin, önce bir utanç kaynağı iken sonrasında kişiliğini ve siyasi görüşünü şekillendiren bir unsur oldu. Vejetaryen topluluğunun bir üyesi olduktan sonra makaleler yazdığını, burada önemli insanlarla tanıştığına şahit olduk. Eğitimini tamamlayıp memleketine döndüğünde seni Hindistan’da maişet derdi karşıladı. Aileni geçindirmek için öğretmenlik de dâhil çeşitli işler yaptın. Kendine ait hukuk bürosu açtın, olmadı. Sonunda Güney Afrika’dan gelen cazip iş teklifine evet deyince 21 yıllık Afrika hayatın başladı. 

Güney Afrika hem zorluklar hem fırsatlar ülkesi oldu senin için. İlk yıllarında zengin bir avukat olarak yaşadın. Batılı gibi giyindin mesela. Bir gün Pretoriya’ya yapacağın tren yolculuğu hayatını değiştirdi. Birinci sınıf yolcu biletine rağmen renginden dolayı senin orada yolculuk yapamayacağını söylediler. İtiraz edince trenden attılar. Trenden atılınca hukukun kişinin haklarını koruması için yeterli olmadığını fark ettin. Artık avukat olarak hayatını devam ettiremeyeceğini, ama mazlum halkı savunabileceğini düşündün. Çünkü renginden dolayı ikinci sınıf insan muamelesi gören binlerce Hindistanlı vardı Güney Afrika’da. Kalıp eşitlik için savaşmaya karar verdin. Yine merkezde Ahimsa vardı. Barışçıl bir yol izledin.

1915’te Hindistan’a 45 yaşında bir aktivist olarak döndün. Fakir halkın giydiği geleneksel kıyafet vardı üstünde. Trenden atıldıktan sonra Batı tarzı kıyafet giymediğin hepimizin malumu. Yolculuklarını üçüncü sınıfta yapıyordun. Tüm Hindistan’ı geziyor, herkesle konuşuyordun. Kalabalıklara seslenişinde; “Eşitlik, adalet, bağımsızlık” diyordun. Köleliğe karşıydın. İnancını çok sevmene rağmen dokunulmazlar sınıfının varlığını hiç kabul etmedin ve onlara “Tanrı’nın çocuğu” dedin. Hayatın tam anlamıyla bir mücadeleydi. Seni tuz yürüyüşünde gördük milyonlarla birlikte. 358 km’yi yalın ayak yürüdün. “Yarı çıplak bir fakir!” olarak kendinden ve davandan söz ettirdin. 

Defalarca hapse girip çıkmana neden olan davanda silahın sivil itaatsizlik, pasif, bir başka deyişle şiddetsiz direnişti. Bütün dinlerle ve her çeşit insanla omuz omuza yürüdün. Hakikat birdir değişmez, inancındaydın. Sen ne kadar birlik desen de çatışmayı, bölünmeyi engelleyemedin. Birbirlerini doğradılar Müslümanlar ve Hindular. Tüm çabalarına rağmen durduramadın. Belki durdurabilirim, düşüncesiyle korumasız olarak tek başına liderleri ile konuştun. Yollarına cam kırıkları bile döktüler. Onlara inat çarıklarını çıkardın. “Bölünmeyin!” dedin. “Bölünmek ölüm getirir.” Bölündüler. Bu bölünmeden sonra milyonlarca insan yollara döküldü. Müslümanlar Pakistan’a, Hindular Hindistan’a göçtüler. Tarihteki en büyük göç denildi bu yola düşmeye. Dile kolay on milyon insan. Birçoğu hırsızların ve silahlı militanların saldırısına uğradı. Bir milyon insan hayatını kaybetti yollarda. Yer yer açlık oruçların oldu. İnsanlar kurşunlarla ölmesin diye sen açlıktan ölmeye razıydın. Mazlum halkın sesini bir şekilde duyurmaya çalıştın. 

Defalarca öldürmeyi denediler, olmadı. Ama en sonunda milliyetçi bir Hindu elinden olacaktı ölümün. Kiralık bir pistol ile geldi huzuruna. Oturduğun köşeye yürüyüp saygıyla eğildi üç adımlık mesafede. Sonra seni göğsünden üç kurşunla vurdu. Seni vuranın Hindu olması sevindirmişti nedense. Hâlbuki İngiliz’in Pakistanlının veya Müslüman’ın öldürmek için bir sebebi vardı. Ölürken sevinen adam, aklıma mescitte vurulan Ömer’i getirdin; o da kendisini vuranın kimliği hakkında endişeye kapılmış, sonra bir Müslüman hançeriyle ölmeyeceğini anladığı için sevinmişti. Hayatı boyunca şiddetsiz eylem düşüncesini benimseyen, âdeta hayatını buna adayan insanın göğsünden üç kurşunla vurulması…

Asanı, not defterlerini, mektuplarını, gözlüğünü ve kanlı kıyafetlerini müzeye koydular senden sonra. İnsanlar akın akın seni ziyarete geliyorlar. Seni anmak üzere gelen binlerce ziyaretçi, kapıda ayakkabılarını çıkarıp yalınayak adımlıyor toplantılar yaptığın, dostlarınla söyleştiğin ve en son üç kurşunla vurulduğun yeri. Yalın ayak yürüdüklerinde sıkılan üç kurşunu hissedeceklerine inanıyorlar. 

Mektubuma son verirken gözümün önünden hiç gitmeyen kara kuru bir adam olarak yuvarlak gözlüklerinin ardından bana bakıyorsun. Kemikleri belirgin ellerinle vedalaşıyorsun benimle. Avurtları çökmüş küçücük yüzünde hafif bir kıpırdama var. Tebessüm edince dişsiz ağzını görüyorum. “Yeni bir sözüm yok…” diyeceksin açsan ağzını. Mektubumu bitirmeliyim yeniden yazma arzusuyla. Hoşça kal Bapu. 

Farklı zamanda yaşamış olmakla birlikte seni tanıma mutluluğuna ermiş yol arkadaşın.