Yıllar önce bir filmde seyretmiştim. Evin nazlı çocuğu, ailesinden ayrılıp başka bir şehre üniversite okumaya gitmek istemez. Oysaki artık tahsil alma vakti gelmiştir. Gencin dedesi, aileyi günlerdir zor durumda bırakan problemi kendisine has bir metot ile çözer. Torunu ile aynı bölüme kaydını yaptırır. Dede ile torun artık sınıf arkadaşıdır. Tarih dersinde genç hoca, yakın tarihle ilgili malumatlar vermeye başladığında bahsi geçen dönemi yaşayan güngörmüş dede, öğretim elemanına hemen müdahale eder ve “O hadise öyle olmamıştı, şu şekilde cereyan etmişti.” diye tashihte bulunur. 

Ne zaman bu film sahnesi aklıma gelse Bahtiyar Vahabzadeyi hatırlarım. Vahabzade, ülkesinde cereyan eden birbirinden farklı tarihî olaylara ve dönemlere şahit olmuş, şahit olmakla kalmamış, çoğu zaman birçok hadisenin öznesi olarak hadiselerin merkezinde yer almış önemli bir şahsiyettir. Zira kendisi ile sohbet esnasında, Sovyet dönemi ile ilgili kitaplardan şu malumatları okumuştuk, diye başladığımızda çoğu meselenin aslını ve perde arkasını kendisinden dinlerdik. 

Şair ile 1999 yılının güz mevsiminde tanışmıştık. Dostluğumuz ve teşrikimesaimiz vefatına kadar devam etti. Bir mesai çıkışı kapıda karşılamış ve evine buyur etmişti merhum şair bizi. Kendisini ilk defa gördüğümde Necip Fazıl’a benzettiğimde gülerek, “Bunu ilk söyleyen sen değilsin.” demişti. Şiirlerini birlikte Türkiye Türkçesine aktarmak için Bakü’deki evinde bir araya geliyor ve saatlerce eserlerinin üzerinde çalışıyorduk. Karşımda ideolojinin millî ve manevi değerlere açtığı savaşa karşı çıkmış, rejime karşı kalemiyle bir ömür boyu mücadele etmiş ve bunun neticesinde bedel ödemiş bir aydın vardı. Çocukluğundan ölüme kadar Azerbaycan’da köklü siyasal değişimlerin peşi sıra geldiği yıllardır. Şair, bir anda kendisini Kafkasları derinden etkileyen birbirinden girift hadiselerin içerisinde bulur. Bu süreçte fikirleri şekillenir. 

1925 yılında Azerbaycan’ın güzide köşelerinden Şeki’de dünyaya gözlerini açan Vahabzade, çocuk yaşlarında halkının Sovyet askerleri ile verdiği mücadeleyi yakından görür. O yıllarda yönetime karşı çıkan binlerce Şekili, Sovyet ordusu ile mücadele etmek için dağa çıkar. Şekililerin direnişi yıllarca devam eder. Dağda savaşanların arasında şairin yakınları da vardır. Azerbaycanlı isyancıların başında bulunan Kaçak Abbas da onlardan birisidir. Vahabzade ailesi, kendisine ve arkadaşlarına geceleri gizlice yiyecek verir. Sovyet ordusu onun başına ödül koyar. Yıllarca süren mücadeleden sonra Kaçak Abbas’ı dağda vururlar. Bir arabanın arkasına bağlayıp cansız bedenini Şeki sokaklarda dolaştırırlar. Çocuk yaşta şahit olduğu hadise ruhunda onulmaz yaralar açar. Eve geldiğinde babası ve dedesinin ağladığına şahit olur. Uzun süre gördüklerinin tesirinden kurtulamaz. O yaşlardan itibaren sisteme karşı kin duymaya başlar. Ne zaman Sovyetlerle ilgili mesele açılsa hep bu elim vakayı naklederdi. 

Çocuk yaşlarından beri Sovyet idaresinin uygulamalarından rahatsız olan şair, eserlerinde millî ve manevi değerleri dile getirmeye başlar. Türkmençay Anlaşması ile Azerbaycan’ın Rusya ve İran arasında paylaşılmasını, Sovyetler Birliğinin en güçlü olduğu dönemde, 1959 yılında kaleme aldığı “Gülüstan Poyeması’’ adlı eseri ile eleştirir. Şiir, memleketi Şeki’de yerel bir gazetede yayımlanır. Eserinde Azerbaycan’ın kuzey ve güney şeklinde ayrılmasını ve bu süreçte yaşananları tasvir eder, İran ve Sovyetler Birliği’nin topraklarını işgal etmesine karşı çıkar:

“İpek mendiliyle o asta-asta 

Silip gözlüğünü gözüne taktı. 

Eyilip yavaşca masanın üste 

Bir mühre baktı, bir imzaya baktı.

Kağıda yavaşça o da kol atdı

Dudağı altından gülümseyerek, 

Bir kalem asrlık hicran yaratdı, 

Bir halkı yarıya böldü kılıç tek.”

Rejimi rahatsız eden “Gülüstan Poyeması”, şairin hayatında ve sanatında dönüm noktası olur. Hakkında açılan soruşturmadan sonra Bakü Devlet Üniversitesindeki işine son verilir. Devletin hiçbir kurumunda çalışmasına izin verilmeyen Vahabzade ve ailesi için zorlu günler başlar. Kendisi ve yakınları yakın takibe alınır. Bir sohbetinde Şekili dostlarının onca baskıya rağmen kendisinin yanında olduklarını minnettarlıkla dile getirmişti. İşini kaybeden Vahabzade’ye Şekiller gizlice yardım eder, kapısının önüne geceleri gizlice yiyecek bırakırlar. 

Binlerce rejim karşıtı insanın evinden gizlice alınıp bir daha kendisinden haber alınamadığı bir dönemde şair, âdeta ölümle burun burunadır. Moskova’da vazife yapan Azerbaycanlı devlet adamlarının kendisine sahip çıkması sayesinde sürgün ve ölüm cezasından kurtulur. Sistemin sınırlarını kapattığı, tabiri caizse, ölüm saçtığı bir dönemde hayatta kalmak, aydın olmak, hele hele şair gibi hassas ruhlu insanlar için kolay değildir. Bu süreçten sonra gözler hep onun üzerindedir. Kendisine bu hadisenin sanat hayatını nasıl etkilediğini sorduğumuzda, o günden sonra mesajlarını eserlerinde dolaylı yollarla okuyucuya ilettiğini dile getirmişti. Şiirlerinde tenkit ettiği uygulamalar güya başka ülkelerde geçmektedir. Milletini ölmüş, kendisi yaşayan dil olarak nitelendirdiği “Latin Dili” şiirini örnek vermişti: 

“Sen derde bak, vatan da var, millet de var. 

Ancak onun dili yoktur. 

Öyle bil ki ayna gibi. 

Şimdi söyle hangi dile ölü diyek? 

Vatan varken, millet varken, 

Küçük yoksul komalarda tutsak olan bir dile mi? 

Yoksa uzun asırlardan geçip gelen 

Halkı ölen 

Özü kalan 

Bir dile mi?” 

Bu şiirinden sonra kendisini KGB sorguya çeker ve şaire “Sen Azerbaycan ve Azerbaycan dilinden bahsediyorsun.” derler. Kendisini sorguya çeken memurlara, “Onu siz diyorsunuz, şiirimde hangi dil ve milletten bahsettiğim aşikâr.” diye cevap verir. Yeni dönemde takip ettiği yol, şaire fikirlerini dillendirmede nefes aldırır. Okurlarının satır aralarında mesajlarını almaları şairi memnun eder. 

İstibdat ve baskıların insanları canından bezdirdiği yıllarda fikir beyan etmek yasak olduğu gibi iki dostun bir araya gelip sohbet etmeleri dahi sistemi tehdit edecek vasıfta faaliyetlerdendir. Bir gece Vahabzade’nin dostu bestekâr Kamber kendisini ziyarete gelir.  Gecenin geç vakitlerine kadar sohbet ederler. Şairin dostu Kamber, kendisinden izin ister, evine gider. Misafiri evinden ayrıldıktan sonra Bahtiyar Bey, arkadaşına söylediklerini hatırlar, uykusu kaçar. Şair, sabaha kadar evinin içinde pişmanlık duygusu ile gezer durur. Arkadaşının kendisini şikâyet edeceğini düşünür, tedirgin olur, aynı sahne dostunun evinde de yaşanır. Kamber Bey de söylediklerinden pişman olur, uykusu kaçar. Ya şair devlet ajanıysa diye içinden geçirir. Her ikisinin kulağı kapıdadır. Zira o zamanlar buna benzer hadiseler o kadar çoktur ki artık adiyattan kabul edilir. Bu işler için kullanılan ve o dönemin sembolü hâline gelen siyah arabalar her an evinin önünde arzıendam edebilir, bir daha kendilerinden haber alınamazdı. Sabaha doğru Bahtiyar Bey’in kapısının zili çalar. Şair, o saatlerde artık beklenen sonun geldiğini düşünür, çekinerek kapıyı açar. Neyse ki karşında dostu Kamber vardır. Derinden bir nefes alır. Onun da kendisi gibi uyuyamadığı görünce şaşırır. Kamber Bey, “Ben aslında öyle demek istememiştim.” diye söze başlayınca göz göze gelirler, birbirlerine sarılırlar. Bu hadise üzerine kaleme aldığı ‘’İki Korku’’ şiiri insanların hâletiruhiyesini dile getiren, baskıların boyutlarını ortaya koyan önemli bir eserdir: 

“O dayanamadı, birden danışdı.

Sonra dediğine peşmanlamışdı. 

O susup dinmemiş susurken hele

Onun esiriydi, kalbinin sözü. 

Dözmedi patladı,

Öz esirine 

Dönüp esir oldu indi, o özü. 

Korkuya düşmüşdü dediklerinden, 

O birden dayandı, o birden susdu. 

Yeġin ki çekindi, o korktu menden, 

Düşündü “bu şair belke casusdu” 

Sene tanış deyil bu hâl, ey cavan, 

Korkardık doğmaca kardaşımızdan.”

Rejime rağmen şair, kalemiyle mücadelesine devam eder. Baskı ve tazyiklerin insanları canlarından bıktırdığı dönemde şairin eserleri dört gözle beklenir. Kısa süre kitaplarının ilk baskısı tükenir. Eserlerinde Azerbaycan halkının duygularına tercüman olur. İnsanların haykırmak istedikleri hakikatleri şiirlerinde edebî bir tarzda dile getirir. Sovyetlerin, ülkesine hâkim olduğu dönemde azat Azerbaycan hayaliyle yanıp tutuşur. Bağımsız Azerbaycan onun hayallerini süslerken sözler şiir olur mısralara dökülür: 

“Gider ağızlardan tat da, lezzet de,
Akılda, yürek de güler arzuyla.
Azatlık olmayan bir memlekette,
Hakikat riyadır, adelet boya. 

İnsan yüreğinde kin de, nefret de,
Ebedi köz bağlar, bir anlık olmaz.
Azatlık olmayan bir memlekette
Adamlar yaşıyor, insanlık olmaz.” 

Bir ömür beklenen azatlık nihayet 1990’lı yıllarda Azerbaycan’a nasip olur. Bağımsızlıkla birlikte bu defa Azerbaycan’ın bağrında hasreti yıllarca sürecek Karabağ meselesi gündeme gelir. Sovyetlerin dağılması ile birlikte binlerce Azerbaycanlı meskun bulundukları Karabağ’ı terk etmek zorunda kalırlar. Binlerce şehit verilirken ülkenin en güzide köşesi işgale uğrar. Karabağ Savaşı ile birlikte yüz binlerce insan yurdundan yuvasından ayrı düşer. Çiçeği burnundaki genç devlet bir anda göçe zorlanan insanların ihtiyaçlarına cevap vermede zorlanır. Üniversite yurtları, çadır şehircikler, derme çatma evcikler Karabağ’dan gelen ailelerin sığındıkları mekânlar olur. Vahabzade’nin hem şiirlerinde hem de makalelerinde Karabağ önemli yer tutar. Bir şiirinde yurdundan yuvasından ayrı düşen ve çadırda dünyaya gözlerini açan çocuklara seslenir. Karabağ gibi güzel beldeden gelip çadırlarda hayata tutunan insanların trajedisi şairi yaralar. Maalesef şair, Karabağ’ın tekrar Azerbaycan topraklarına katılmasını göremedi. Kim bilir, bugünlerde yaşasaydı, Karabağ onun eserlerinde nasıl aksiseda bulurdu? 

“Hele görmemisen doğma yurdunu, 

Senin talihinden çaldılar onu.

İsa bulağının zümzümesini, 

Daşaltı çayının şakrak sesini 

Eşidib, suyunu hele içmeden 

De, nece kaynattın boğazında sen? 

Çadırda çektiğin zulmün, zilletin, 

O doğma yerlere sonsuz hasretin, 

Karabağ ruhundan ruh vermiş sene, 

Baba ocağını göstermiş sene. ”   

Vahabzadenin eserlerinde Sovyetlerin kurulduğu dönemden yıkılışına kadar geçen süreçte gerçekleşen önemli hadislerin izlerini görebileceğimiz gibi, Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandığı 90’lı yıllardan sonra halkın gündeminde yer alan toplumsal ve siyasi meselelere bakış açısını anlamak mümkündür. 

Bahsedilen döneme şahitlik eden birçok eserin gün yüzüne çıktığı mekânda kendisi ile teşrikimesai yapmıştık. Şair, Bakü Fahri Hıyaban’ın yakınında bulunan evinde bir odayı çalışma ofisi olarak ayırmıştı. Uzun dikdörtgen şeklindeki oda şairin sabahlara kadar birçok şiirini kaleme aldığı mütevazı bir mekân idi. Daha önce yayımlanan eserlerini Türk okuyucusu için âdeta tekrar birlikte kaleme alıyorduk. Şair üzerinde çalışacağımız şiiri önce bir Türk okur olarak okuduktan sonra bizden şiiri yorumlamamızı istiyordu. Yorumlardan sonra şair bazen, “Ben bunları hiç düşünmemiştim.” şeklinde espri ile karşılık veriyordu. Daha sonra şiiri kaleme alış hikâyesini anlatıyordu. Geçmişte kendisine ızdırap veren bir olayı hatırlayınca bazen heyecanla ayağa kalkıyor, sesi  kısılıyor ve odada dolaşmaya başlıyordu. Aynı duyguları tekrar yaşıyordu. 

Her ne kadar eserlerinin kaleme alındığı dönem bir insanı canından bezdirecek kadar zorlu süreçleri içinde barındırsa da her zaman çalışmalarımıza hüzün hâkim değildi. Bizim şair olmadığımızı bilen Vahabzade, bazen espri ile, “Yakında seni de şair yapacağım.” diyordu. Evet, şair olamadık ama hadiselerin, bir aydını nasıl cemiyetin sesi ve temsilcisi hâline getirdiğine onun şahsında şahit olduk. Bunun yanında şiirin sanatlı ve cazibeli dilinin millî ve manevi değerleri anlatmada ve toplumu birleştirmede oynadığı rolü Vahabzade örneğinde görme fırsatı bulduk.