Yokuşun başına gelince biraz duraksadı. Dudağının kenarına sıkıştırdığı sönmüş izmariti yolun kenarına doğru attı. İki elini belinin arkasında birleştirip yokuşu şöyle bir süzdü. Sıcak havada yürürken epey yorulmuştu. Yüzünde hayatın derin çizgileri vardı. Bir eliyle sakalını sıvazladı. Kahverengi gözlerini iyice kıstı. Tüm gücünü topladı. Yokuşu tırmanmaya başlayacağı anda bir ses, saatlerdir içinde bulunduğu düşünce helezonundan çekip aldı onu:

– Murat Dede! Murat Dede! Ekmeğini unuttun.

– Hıı İhsan! Dalmışım. İyi hatırlattın, sağ ol. Yoksa babaannen beni ekmek almaya geri gönderirdi. İki ekmek koydun değil mi?

Bakkal İhsan, Murat Dede’nin cevabına önce şaşırır gibi olduysa da hiç belli etmedi. 

– Baktım sen bakkala uğramayınca… Evet, iki ekmek…

– Ne yapayım yaşlılık işte.

– Olur mu dede? Yardım edeyim mi eve kadar?

– Yok yok, sen işine bak. Hadi hayırlı işler.

– Sağ ol. 

Bakkal İhsan, Murat Dede’nin arkasından bir müddet hüzünle bakakaldı. İhtiyar Murat Dede ellerini yine arkasında kavuşturdu. Gökyüzünün masmavi olduğu bu sıcak yaz gününde önündeki dik yokuşu ağır ağır çıkmaya başladı. Yokuşun başından aşağı doğru yuvarlanan, peşinden kan ter içinde kalmış iki çocuğun koştuğu topa ayağını uzattı. Top o kadar hızlıydı ki yanından su gibi akıp geçti. Çocuklar da topun peşinden… Biraz yürüdü. Hemen nefes nefese kaldı. Az ilerideki yaşlı dut ağacının gölgesinde durdu. Ciğerden uzun uzun öksürdü. Başını kaldırıp ağaçtaki dutlara baktı. Bu ağacı, yıllar önce komşusu Sarı Süleyman ile oğlu Erol dikmişti. O mutlu günü hafızasında canlandırmaya çalıştı. Kısa pantolonlu Erol’un bu ağaca her gün küçük yoğurt kabıyla su vermesi geldi gözlerinin önüne. Şimdi komşularından hatıra, yalnızca bu dut ağacı kalmıştı. Süleyman birkaç yıl önce araba kazasında vefat etmiş, oğlu Erol ise beş yıllık eşiyle küçük bebeğini alıp İstanbul’a göçmüştü. Tabii baba yadigârı evi çoktan müteahhite vererek… 

Murat Dede bu hatıra yumağından sıyrılarak tekrar yürümeye başladı. Günde iki paket sigara içtiğinden dolayı nefes alıp vermede çok zorlanıyordu. Göğsündeki hırıltı iyice artınca komşusu Dursun Çavuş’un bahçe duvarına yaslandı. O sırada Dursun Çavuş, gecekondusunun balkonunda, misafiri müteahhit Hüsamettin Bey ile konuşuyordu. Dursun Çavuş, Murat Dede’yi görünce önce irkildi. Ardından Hüsamettin Bey’in sözünü keserek eliyle Murat Dede’yi işaret etti. Murat Dede biraz dinlenip evine doğru yürümeye başladığı sırada Hüsamettin Bey, Murat Dede’yi kastederek sordu: 

– Niye bu kadar inat ediyor ki?

– Kabul edecek, edecek. Sen az daha bekle Hüsamettin Bey.

– Çocuklarıyla da görüştüm. Onlar bile apartman yapılmasına çoktan razılar. Bir türlü ikna edemediler babalarını. 

– Dedim ya, az daha bekle. Bu ev onun için çok değerli. Yani manevi anlamda çok değerli. Eşi Gülhanım’la çok uğraştılar burası için. Çok hatırası var. Ondan sebep yanaşmıyor. 

– Anlamıyorum Dursun Çavuş. Alt tarafı bir gecekondu. Ne kadar hatırası olsa da…

Hanımı çayları bırakıp çıktıktan sonra Dursun Çavuş, gözlerini yokuşta ağır ağır ilerleyen Murat Dede’ye dikerek devam etti: 

– İnsan… -çayından bir yudum aldı– öyle kolay bırakamaz yuvasını. Vazgeçemez emeğinden. Gözyaşı vardır bir kere. Bilir misin, ne çileli bir hayat yaşamıştır Murat? Yarım asrı geçmiştir komşuluğumuz. 

Hüsamettin Bey meraklı gözlerle Dursun Çavuş’u dinlemeye koyuldu.

Murat aslen Erzurumlu. Anasıyla babası o küçükken ölmüşler. Delikanlılık zamanında Suşehri’nin bir köyünde ırgat olarak çalışmaya başlamış. Memleketinde kimi kimsesi kalmayınca ırgat olduğu köyde kalmaya karar vermiş. Çalışkan, dürüst, akıllı olduğundan genç Murat’ı köy halkı iyice sevmiş, ona kendi köylüsüymüş gibi davranmaya başlamış. Askere gidip geldikten sonra köyün mavi gözlü güzeli Gülhanım’la evlendirmişler. Birbirlerine ölesiye bağlanmışlar, birbirlerini öylesine sevmişler ki… Köyün dedikodusu biter mi? Murat’ı çekemeyenler türlü türlü dedikodular uydurmuş: Yok Murat köyde falanı da seviyormuş, yok hırsızlığı varmış filan. Böyle dedikodular çıkınca o da canı gibi sevdiği Gülhanım’ı da alarak bu büyük şehire göçmüş. Murat buraya geldiğinde fabrika bekçiliği, hamallık, bahçıvanlık gibi işlerde yıllarca çalışmış. Gülhanım da evlere temizliğe gitmiş, başkasının bebeğine bakmış. Dördü kız ikisi erkek, altı çocukları olmuş. 

Kızlarından birini de kanserden toprağa verdiler birkaç yıl evvel. Allah rahmet eylesin. Diğerlerini evlendirdiler. Kızları sık sık gelip giderler de oğlanlar pek uğramaz. Murat, eşi Gülhanım’la hayatın acımasızlığına beraber direnmişler; yokluk yaşamışlar ama kimseye el açmamışlar. Birlikte üzülmüş, birlikte gülmüşler bu evin içinde. Hem biliyorsun eşi Gülhanım… –derin bir iç çekti- Hüsamettin Bey! Bu evin hatırası bundan dolayı çok büyük Murat için. 

Murat Dede evine neredeyse varmak üzereydi. Bahçenin duvarına çıkıp kiraz ağacına dadanan çocuklara bağırdı: 

– İnin keratalar oradan. Babaanneniz görseydi sizi bi güzel haşlardı. 

Çocuklar bir anda çil yavrusu gibi dağılıverdiler. Oldukça geniş olan bahçede kiraz, kayısı, dut ve elma ağaçları vardı. Asma, salondan bahçeye açılan balkonu gölgeliyordu. Bahçedeki her bir şey onun için hatıralarla doluydu. Her kurban bayramında alınan kurbanlıklar kayısı ağacına bağlanır ve onun dibinde kurban edilirdi. Kayısı ağacı Murat Dede’ye mutlu bayramları hatırlatırdı. Havanın hafif serin olduğu yaz akşamlarında ailecek asmanın altında çay içer, kütür kütür olan siyah üzümden koparıp yerlerdi. Çocuklar da bahçede türlü türlü oyunlar oynardı. Ana yol ile bahçeyi ayıran kalın duvar boyunca kırmızı ve beyaz güller sıralıydı. Gülhanım kırmızı gülü, Murat beyaz gülü severdi.

Merdivenlerden yavaş yavaş indi. Çeşmenin yanına eşi Gülhanım için diktiği gül ağacından, kırmızı renkli gonca bir gülü kopardı. Beyaz sıvalı gecekondu evinin kapısına geldi. Kapının önüne bırakılmış bir tencere yemeği de alarak içeri girdi. Tencereyi mutfak tezgâhına, önceki günler getirilmiş diğerlerinin yanına bıraktı. Salonun perdeleri günlerdir kapalıydı. Salonda, Gülhanım’ın özenle baktığı sarmaşık solmaya başlamış, diğer saksıdaki çiçekler ise çoktan kurumuşlardı. Ceketini çıkardı. Bahçeden kopardığı kırmızı gülü bir su bardağının içine koydu. Koridorda asılı aynanın karşısına geçti. Eşi Gülhanım’ın, aynanın sağ üst köşesine sıkıştırdığı fotoğrafını alarak yatak odasına gitti, karyolasına uzandı. Fotoğrafı eline alarak uzun uzun baktı, baktı… 

Gözlerinden akan yaşlar bembeyaz sakalını ıslatırken, “Bak! Kırmızı gül getirdim sana. Kapının önüne yine yemek bırakmış komşular. Ekmeği de unutmadım.” diyebildi.