Ali okuldan dönerken, her zamanki gibi sokağın köşesinden kıvrılıp evine doğru yürümeye başladı. Bir an durdu ve etrafa göz gezdirdi, bir tuhaflık vardı. Cıvıltılı ve çocuk sesleriyle dolu sokak bugün suskundu. Ne top oynayan çocuklar vardı ne de annelerin sesleri. Sanki biri zamanı durdurmuş, bütün sesleri kısmıştı.

Başı önünde ilerledi, eve yaklaşınca kapının önünde bir kalabalık  gördü. Hepsi de tanıdık yüzlerdi ama bakışları yabancıydı. Kimsenin yüzünde gülümseme yoktu, âdeta gözleriyle konuşuyorlardı.

Ali, yüreğinde bir ağırlık hissetti. Adımlarını hızlandırıp eşiği geçti. İçeri adım atar atmaz evin içine sinmiş ağır hava ciğerlerine doldu. Salonda oturan sessiz kadınlar, başı önde duran erkekler…

Bir gri sessizlik, bütün evi kaplamıştı.

Mutfağa koştu. Ablası oradaydı. Yüzü soluk, gözleri kıpkırmızıydı. Gömleğinin koluyla gözyaşlarını silerken tepsideki bardaklara çay dolduruyordu. Tepsiyi tutan elleri titriyordu. Ablası biraz başına buyruktu ve mutfağa hiç girmezdi. Burası annesinin yeriydi. Hep öyle derdi annesi: “Mutfak bir yuvanın kalbidir.” O kalp artık…

İstemsizce sesini yükseltti: “Annem nerede?” 

 Kimse cevap veremedi. Babası salondaydı. Başını ellerinin arasına almış, ayağını halının üzerinde ritmik bir şekilde sallıyordu. Ali salona girince, “Gel oğlum!” dedi. Sesi titriyordu. Ali olduğu yerde kaldı. Ne babasına doğru gidebildi ne de odadan çıkabildi. Birbirlerine hiç olmadığı kadar  dikkatli baktılar. Ali, babasından bir şeyler söylemesini bekliyordu ama duyacağı şeyin ona iyi gelmeyeceğini de biliyordu. Kısa bir bakışmada çok şey anlatıldı. “Babaaa!” diye bağırdı fakat devamı gelmedi. Babası cevap vermek istedi ama bunu başaramadı. 

İlk defa babasından korktu çünkü bu yüzü daha önce hiç böyle görmemişti. Bu şekilde daha fazla kalamadı, hemen yatak odasına koştu. Şöyle bir göz gezdirdi ama yoktu. Telaşla balkona koştu, orada da yoktu. Arka bahçeye gitti, karşısına iplerle gerilmiş kilimler çıktı. Kilimlerden bir perde, evin arkasındaki alanı aşılmaz bir duvar gibi gizliyordu. Yıllanmış desenler, boyunu aşan bir sur gibi onu durdurdu. Su dolu bir  kazan, genzi yakan dumanlarıyla ısınıyordu. Çıtırdayarak yanan odunların kokusu, rüzgârla burnuna ulaştı. Bu tuhaf atmosferin içinden birkaç kadının mistik cümleleri, tekrar eden sesleri  duyuluyordu. Çocuk kalbiyle gerçeği sezmeye başlamıştı ama aklı henüz bunu kabul etmek istemiyordu.

Bakışları perdenin kenarından içeri süzüldü. Kolları sıvalı bir kadın hızla dönüp geldi. Gözlerinde yorgun ama kararlı bir ifade vardı.

“Buraya girme yavrum!” dedi.

“Neden?” diye sorunca, “Burası sana göre değil!” cevabını aldı.

Ali, geri adım attı ama aklı oradaydı. Aradığı da oradaydı.

Tam o sırada babası bahçeye çıkmıştı. Oğlunu görünce yaklaşıp onu kucağına aldı. Küçükken ne zaman düşse ya da korksa, babası ona böyle sarılırdı ama bu kez farklıydı. Ali, artık olanları anlamayacak kadar küçük değildi; yine de babasının kollarına sığındı. O anda hiç büyümemiş olmayı diledi.

Gözleri doldu ve “Babaaa, ne oldu?” diye sordu. Olup bitenin farkındaydı ama iyi bir şey duymaya ihtiyacı vardı. Belki, belki…

Cevap gelmedi. Babası başını salladı. Gözlerinden süzülen yaşlar Ali’nin alnına düştü. İlk kez babasını ağlarken görüyordu. Eğer babalar ağlıyorsa mutlaka kötü bir şey olmalıydı.

“Artık, o yok oğlum!” dedi.

Bu kısacık cümleden sonra zaman kırıldı. Dünya Ali’nin etrafında dönmeyi bıraktı. İçine kocaman, sonsuz bir boşluk yerleşti.

Daha ilkokula yeni başlamıştı. Annesi, elinden  tutup onunla çarşıya alışverişe giderdi. Kalabalıkta kaybolmamak için elini sıkı sıkı kavrardı. Annesi alınacakları hesap ederken, o da ilk defa gördüğü yüzleri ve mekânları süzüp olanları anlamaya çalışırdı. Sebze-meyve satan amcalarla, bazlama-gözleme yapan teyzelerle ve sırtında küfesiyle buz gibi limonata satan yaşlı adamla göz göze geldiğinde yüzünde tebessümler çiçek açardı.

Yıllar geçti. Ali büyüdü ama içindeki o eksik parça hiç tamamlanmadı. Bu boşluk hissi hangi yaşta olursa olsun hep aynı derinlikte kaldı. Annesinin kokusunu unutamadı. Son sabah, okul önlüğünü düzeltirken yanaklarına kondurduğu öpücüğü hatırladı. “Güle güle oğlum. Bugün de güzel bir insan ol.” demişti. Bu sözler kulaklarından hiç gitmedi.

O gitmişti ama cennet kokusu hep evlerinde kalmıştı. Babası tekrar evlenmedi. Ali, bazen annesinin yatağında yatar ve “Hadi oğlum, okula geç kalma!” sözleriyle uyanırdı. Bu sesin, annesinin sesi olması ihtimaliyle o yatakta uyurdu çoğu zaman.

Bazı geceler elbise dolabının kapağındaki aynanın önüne oturur ve dalıp giderdi. Orada geçmiş zamanları ve henüz gelmemiş günleri izlediğini hayal eder, tuhaf bir huzur bulurdu. 

Zaman, her şeyin üzerinden geçmişti ama geçmişin izleri onu bırakmıyordu bir türlü. Yaşam, herkes için normale dönmüş lakin annesizlik onun içinde bir yara gibi kalmıştı. Aradığı şeyi bulabilme umuduyla sık sık yaşadığı yeri ziyaret ediyordu. Yaz günlerinin serin akşamlarında, evlerinin hemen yakınındaki tarihî çeşmenin karşısında uzun zamanlar geçirmeye başladı. Burada defalarca içtiği soğuk sularla ferahlamıştı. Yer yer çatlamış ve artık suyu akmayan bu pınarın duvarı, sanki ona bir şeyler anlatıyordu.

Artık zamanla o duvarda geçmişi ve geleceği görmeye başladı. Geçmişi net gösteren bu işlemeli duvar, geleceği biraz buğulu gösteriyordu. Belki duvarı temizlerse her şeyi daha canlı görebilirdi. Yanında getirdiği sularla yaptığı temizlik yeterli olmuyordu. Musluğun yerinde kör bir tıpa olduğunu fark etti. Babasından yardım isteyerek uzun uğraşlardan sonra çeşmeyi eski günlerine döndürdüler. Artık her şey daha parlak ve canlı görünüyordu. 

Çeşme de vefasını göstermek istercesine, ona annesiyle burada oynadıkları zamanı gösterdi. Ali bunu hatırlamıyordu. Orada üstü başı çamura bulanmış küçük bir çocuğu güle oynaya yıkayan bir anne vardı. Minik Ali yıkanırken hem gülüyor hem de üşüyordu. Şimdi ise hüzünleniyor ve yine üşüyordu.

Hatta bir gün kendi düğününü gördü. Annesi, gelinin ellerine kına yakarken kulağına bir şeyler fısıldıyor; gelin ise mahcup bir gülümsemeyle dinliyordu. Gelinin yüzü tam seçilmese de annesinden biraz kenara çekilmesini rica edemedi. “Kimdi bu gelin?” diye içinden geçirdi. Suyun yüzeyinde bir anlığına beliren silüet, taşların aralığından başka bir sokağa açılan hayali kapıdan geçip gitti.

Artık karşısında içinden geçmek istediği, ardında başka bir dünya olduğuna inandığı bir çeşme duvarı vardı. Yüzünü merak ettiği, görmek istediği eşini belki orada bulabilirdi. Belki de o sabah kapıdan el sallayıp sonra bir daha hiç dönmeyen annesi, orada yaşamaya devam ediyordu. Bunun olmasını çok isterdi…

 Bu düşünceler zihnine doluşurken, tuhaf şeyler yaşadığına da ikna olmak istemiyordu. Bu yüzden durumu anlamlı bir gerçeğe yaslamak ihtiyacı duyuyordu. Biraz araştırınca, bunun “paralel evren” olarak tanımlandığını keşfetti.  Bu, Ali için  çok özel bir durumdu; bir teori olsa da aslında onun içindeki özlemin şekil bulmuş hâliydi. Bu yüzden her gece çeşmenin önünde saatlerce oturuyor, onun bir gün kendine başka şeyler göstermesini bekliyordu.

Kendi kendine; “Eğer bu dünyada bu kadar acı varsa, belki de başka bir yerde bunlar yoktur.” diyordu. Her zaman zihninde bu çeşmenin bir geçit olmasını ümit etti ve bu ümide tutundu.

Sonsuzluk, soluk bir ışık gibi bazen o çeşmeyi bazen de Ali’nin zihnini aydınlattı ama hiçbir zaman o ince çizgiye dokunulamadı. Günlerinin çoğu artık orada geçiyordu. Babası ve ablası, onun bu durumuna itiraz etmediler ve onu anlamaya çalıştılar.

Çeşmenin karşısında oturduğu bir gece, bir çocuk annesiyle oradan geçiyordu. Küçüğün yüzü netti ama kadının yüzü karanlıkta kalıyordu. Çocukla göz göze geldiler, onu tanıyordu. Bu, sanki onun geçmişine ait bir bakıştı.

 Çocuk, kendini annesinin elinden kurtarıp “Anne!” diye bağırarak Ali’ye işaret etti:

 “Oradaki abi bize bakıyor, hem de ağlıyor.”

Kadın, eğilip baktı fakat bir şey göremedi:

 “Orası boş yavrum. Sadece eski bir çeşme var.”

Çocuk ısrar etti:

“Hayır! O, bir şey bekliyor orada. Sanki…”